31 Aralık 2012 Pazartesi



Burgaz’da Donmuş Kareler V.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Hıdıroğlu Evi 


Hıdıroğlu Evinin Tuğrul’un vizöründen


1936 yılında  aynama yansımış hâli…

Tuğrul’un tasvirini yaşlı ve bilge deniz minaresine gösterdiğimde, onu ilk defa bu kadar kızgın ve hiddetli gördüm.

“Senin bana bu yaptığını, martılar bile yapmaz. Bu evin Tuğrul’un tasvirine yansımış yeni hali tam bir düzme ve düzmece. Yapanlar, yaptıranlar, yapımına devletin mührü ile o devirde damga vuranlar ise, dört eğilimle, dört gerilimi birleştirip, cari kanun, tamim gibi düzenlemeleri “ bir kere delmekle bir şey olmaz…”  düzeninin, düzenleri… deyip devam etti…


Bir Hıdıroğlı Evi’nin yukarıdaki 1936 yılından aynana yansıyan cephe tasvirine bak, bir de bir satır yukarıdaki, yeni halindeki cephe tasvirine… Ne kişiliği kalmış, ne eski sahipleri… Bir gereksinmeyi karşılamak amacıyla, birçok şeyi bir birini tamamlayacak biçimde bir araya getiren yeni sahipleri, evi düzeltip, düzenlemişler ama evin bu türevine göre, sadece balkon korkulukları ile ikinci katın ahşap bezemeleri birbirlerine benzemişler..

Oysa oğulları ile bir kızı, sen, yeşil gözlü istiridyenin arkadaşı olan, 1936 yılında tabedilen, tasvirdeki kadının da komşu olduğu, 19.yüzyıl sonunda Ligoraki Hıdıroğlu tarafından yaptırılan, zemini kâgir, iki katlı ahşap Hıdıroğlu konağına, türevi gibi zemindeki katlara ortadan, diğer katlara da sağ yan cepheden girilmezdi. Ekseninin solundaki geniş mermer merdivenlerle girilirdi.

Kâgir zeminde biri kemerli, biri de kitleden öne çıkmış sağ zemininde dikdörtgen bir pencere bulunur, onun da üzerinde ortası geniş, sağ ve sol yanı dar üçlü bir pencere grubu üzerinde dört konsolla taşınan bir balkona çıkılırdı. Bu balkonda bazen sessizliğin sesine dalan Hıdıroğlu’nun kızı, mavi kanlı, mavi gözlü, saman altı su yürütücü yalıçapkını Eftalia’ya, ben de deniz kenarından laf atar, onun beni bir kavanoza koyup, ada hayatının gizemli koridorlarında dolaştırmasını sağlardım. İşte adada dolaştığımız o günlerden bir gün Eftelia’nın kuzeni Marianna’nın bana fısıldadıklarını hiç unutamam ki, bana;  

Ey minare! Sen adayı uykuda yakaladın mı hiç?
Deniz dinlenirken, birbirine fısıldayan kayıkları, ağaçların aşk hışırtılarını işittin mi hiç?
Ya da sessiz esen rüzgârın geçmişten kalan kalp kırıklarını süpürdüğünü fark ettin mi hiç?
Ne zaman gerçekten baktık, ne zaman gerçekten dinledik, adayı?
Bilemediğimiz nelere göğüs gerdi, ada?
Yüzyıllardır ayakta.
Badireler atlattı, yılmadı, ayrılıklarla bilendi, yıkılmadı.
Kavuşmalarla tazelendi, aşklarla yeşillendi.
Gün geldi göçenlere yatak, gün geldi doğanlara kundak oldu.
Ciğerlerini söktüler ses etmedi, renklerini sildiler pes etmedi.
Hep bekledi.
İnsanlar çekildiğinde hep ona kaldı yorgun ruhların çilesi…
Gözü pek köpeklerin, karnı aç kedilerin korkuları onu sardı.
Fırtınalara karıştı, dalgalarla savaştı…
Bir tek sessizliğine çare bulamadı, bir de insanların hoyratlığına.

dedi… ama, o gün bana fısıldadıklarına anlam veremedim Oysa şimdi anlıyorum yaşadıklarımı anımsayınca, bir de bu tasvirlere bakınca, bana ne demek istediğini…

Evet… Adada, diller dinlere, dinler dillere hâlâ karışıyor…  tasa ve sevinç, hâlâ komşu komşuya omuzlanıyor… sokak, sokağı hâlâ kolluyor… Eylül ayları, hâlâ aşkını yeni kaybetmiş genç kız hüzün ve duruluğunda geçiyor… Eylül ayının, adını bile anmak istemediğim, o en kara iki gününde bile dostlarını yalnızlığın, yabancılığına terk etmeyen, vandalların toprağına ayak basmasına bile izin vermeyen adanın, ucundaki Vartanos Feneri hâlâ dokuz kısa bir uzun çakıyor… dalgalar, hâlâ aynı kıyıları kâh öpüyor, kâh dövüyor ama dibinde el ele tutuşan âşıkların, dokuz kısa bir uzun denemeden sonra, nasıl öpüşebildiklerini anılarında keyifle anlatan  eski fener, artık yok… yenisinin ise hikâyesi yok… yenisi, kuş kafesinin delisi, fener demeye bin şahit biçimde, bir prizma çatının üstünde, hızla geçip giden, kimliksiz ve kişiliksiz motor botlara yardakçılık yapıyor. 

Marianna’nın dediği gibi; ada bir tek sessizliğine çare bulamadı, bir de insanların hoyratlığına… bir de tüm değerlerini erozyona uğratan kurnazlık ve hırslara…

Onun için, Eftelia’nın ardına bakmadan gittiği o kırmızı tuğlalı ev ayakta olsa ne olur olmasa ne olur?... Yenisinin girişi, ekseninin sağında ve kitleden öne çıkmış bir cepheye alınsa ne olur, alınmasa ne olur?… Budur işte Hıdıroğlu evinin, adı bile kalmamış, Gezinti Caddesi No.3-2 olarak, aynama yansımış hali …” deyip, ilk defa sözü bana vermeden bitirdi, yaşlı, bilge, kızgın ve hiddetli deniz minaresi…

-----------------------------------
29 Eylül 2012, Burgazada



Gelen Mesajlar

 Sevgili Altın Biraderim,

Öyle görülüyor ki bu işin sonu- kaçınılmaz bir biçimde – senin bir Burgazada kitabı yazmanla sonuçlanacaktır. Benim o kısacık zaman diliminde anlar/anlamaz  çektiğim fotoğraflara bunları yazan Burgazlı Altın Kardeşim kendisinin bilerek ve de tanıyarak seçtiği Burgazada kişi ve objelerine neler yazar, hayal dahi edemiyorum.   

Bu yazılacak hikâyelerin tamamı senin hafızanın bir köşesinde; sadece bir püf demenle üzerinden tarihin tozları kalkacak ve bizlere ve daha bir çoklarına senden bir armağan olarak ulaşacak. Haydi, Ustam. Sadık okurun

Tuğrul Ünsal 05.10.2012

Sevgili Tuğrul,

Senin ve diğer kardeşlerimin verdiği destekle “hamdolsun” bugünlere geldik. Geldik de bu yazmak işi, vallahi de billahi de pek senin dediğin gibi püf demekle olmuyor…  Emre Hocamızın sopası üzerimizdeyken, yanlış bir şey yazmamak, konuyu kaçırmamak, ana fikirden uzaklaşmamak, kurguda hata yapmamak için bir satırı düzenlemek bile saatler sürebiliyor. Onun için sabırlı ol hele… Her şey kısmetle… Selam ve sevgiyle, 

Mehmet Altın 05.10.2012

Sevgili Altın Biraderim,

Bilirsin,  “sabırla koruk helva olur” denmiştir. Bende o sabır var. Yeter ki sen yazmaya devam et. Bu tasvirler, kapaklı-mapaklı, ciltli-miltli, fotoğraflı-illüstrasyonlu, ithaflı-numaralı kitaplar olarak önümüze gelene, raflarımıza dizilene dek PC ekranlarından, gözlerimiz kan çanağına dönene dek okumaya varım( z ). Sevgi ile kal.Sadık okurun.

Tuğrul Ünsal 05.10.2012

-0-

Yok mudur musahhihin taifesinden tanıdığınız herhangi bir kişi ki tashih mevzuunda size vekâlet eylesin Mehmet Efendi Hocam? Selamederim.

Mesut Taşkın 06.10.2012

deyip... musahhih tarifesinden bize de bir pay çıkar mı diye dua etmektesiniz ama kulunuz, hem de Babıali'de Ceride-i Dünya'da bir elinde kalem, sopası dilinde bir servis şefinin hocalığında musahhih çıraklığı yapmıştır ki "selamım üzerinde olsun bizim sınıftan" İlyas kardeşimiz ( sahi nerededir kendisi ) şahittir. Onun için hocam size bu kapıdan ekmek çıkmaz, zaten benim kazandığım da Fatih'e verdiğim sus payına ancak yetiyor " kimse duymasın, laf aramızda " Nokta. 

Mehmet Altın 06.10.2012

Usta! Bana güvenme bu hususta, tek şahit seni kurtarmaz, birini daha bul ister çırak ister usta! Selam ederim.

Mesut Taşkın 06.10.2012

Mirim, Mehmet 1’im,

Fatih’e neden sus payı veriyormuşsun? Fatih’in tek istediği sınıf arkadaşlığını ( ki buna şüphesiz ki 1.dönem de dâhildir) yasamak ve önümüzdeki yıllarda bunun daha da tadına varmaktır. Kırgınlığa sebep olacağı kesin olan siyasi, dini ve etnik tartışmalara girmemektir aslolan!

Seviyorum hepinizi.

-0-
Fatih Uslaş 06.10.2012

Sevgili Kardeşim Fatih,

Emelim seni üzmek değil, şaka yapmaktı… Kal tasasız, sağlıkla, eşine de selamla…

Mehmet Altın 06.10.2012
-0-

Fatih hocam, bu çocukların önünden azıcık koşuvereceksin ki dökülsün mazideki cevherinden üç beş pare ortaya. Ceride-i Dünya’da biri daha vardı yanlış anımsamıyorsam çırak taifesinden, bilmem aynı bilmem ayrı zamanda. Boş ver gerisini, atış yerini buldu mu bulmadı mı sen ona bak. Fırtına obüsü (40 Km) gibi bizde menzil hesabı olmaz, hedefe sallarız eldeki malzemeyi. Tam isabet kaldırırsa kafayı, değilse kurtarır belki paçayı.

Mesut Taşkın 06.10.2012
-0-
Sevgili Mehmet,

Tuğrul’un her iki e-mailinde yazdıklarına katılıyorum. Unutma, ben de senin sadik okurlarından biriyim ve inan senden gelen hikâyeleri/anlatımları/kitap tanıtımlarını dört gözle bekliyorum. Ufuk ve seni hasretle kucaklıyorum.

Tülin Çağlar Koray 06.10.2012


Sevgili Tülin,

Bizim buraların dayısı, Kaşık Adasının yan basar pavuryası, Hortum Süleyman gibi kasılarak okudum, güzel e-postanı… Merak etme, sizler bıkana, ben de yorulana kadar devam edecek yeşil gözlü, dede, istiridyenin yazıları…

Mehmet Altın 06.10.2012
-0-
Neymiş o midye istiridye ve bilumum deniz mahsulâtı. Şeytana uydurtma adamı hocam, sağım solum sobe, dört yanım meyhane benim.Çoluk çocuk, torun topalak sahipleri huuuuu !!!! Üçer beşer çocuk yapmasında değil, onlara isim bulmasında asıl iş. Ahali kendini garantiye alsın, isim listesine deniz börülcesini bile yazsın.

Mesut Taşkın 08.10.2012








Burgaz’da Donmuş Kareler  IV.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Elberger Evi 


Belevi evinin, Tuğrul’un vizöründen


Elbelger evi olarak aynama yansımış hâli…

Evin iki halinin tasvirlerini gösterdiğimde bir Tuğrul’un çektiğine bir de aynama yansıyan haline bakan yaşlı ve bilge deniz minaresi… “ Tuğrul’un tasvirini bilmem, bilmek de istemem, benim bildiğim Aya Nikola yolu üzerinde, Burgazın Kınalı’ya ve Kadıköy’e taraf köşe yamaçlarında, senin de aynana yansıyan, Erbelger Evi, mimari detayları anlatmakla bitmez sahipleri gibi zarafet timsali, bir evdi. 19. yüzyılda yapılan bu evin kot altındaki katı tuğla, üst katları ahşaptı. Caddeye bakan alt kat pencereleri panjurlu, üst katın dört tarafında da bulunan balkonlarına açılan kapıları oval üst kenarlıydı. Son derecede süslemeli, dört bir tarafındaki alın yüzlerine sahip kırma tipi çatısıyla, şapkası hafif öne kaymış, yakın ve aynı anda uzak bakan gözleriyle mavi kanlı bir afet-i devran gibiydi. Yazık ve senin de şahit olduğun gibi gözlerimizin önünde, söndürmeye yetmeyen gözyaşlarımızla, 1980 yılında yandı…” dedi, bilge ve yaşlı deniz minaresi ve sonra da “…anlat bakalım şimdi sen de bildiklerini…” diyerek sözü bana, yeşil gözlü istiridyeye verdi.

Ben de dedim… Burgaz’da bulunan, Adalar Su Sporları Kulübü’nün kurucu üyesi ve ilk Başkanı olarak, kulübün 27.07.1963 açılış konuşması sırasında, açılış sevinci ve heyecanı içinde, spor ve insan sevgisi dolu kalbi duran ve evin yanmadan önceki son sahibi, bir dönem Heybeliada Sanatoryumunun Başhekimi de olan Dr. Ahmet Elberger’den sonra oğulları Osman ve Orhan Elberger’e kalan ev, çok yakın zamanlarda yanındaki parselle birlikte tek çatı, ortak cephe izni ile aynamdaki tasvirle ilgisiz bir şekilde yeniden yapıldı. Süslü çatı alınlığı, art-nouveu balkon korkulukları, pencere araları dikdörtgen kartuş, bodrum kat pencereleri tuğla çerçeveden, balkonlarından birine cam giydirilmiş, iç güveysinden biraz hallice, ahşap-betonarme bu yapının, kapısında zaten artık Belevi Evi yazılıdır. Bu evi Elberger Evi olarak anmak herhalde ayıba yazılıdır…  “Budur işte Belevi evinin Elberger evi olarak aynama yansımış hali …” deyip bitirdi yeşil gözlü istiridye…
---------------------------------
29 Ağustos 2012, Burgazada


30 Aralık 2012 Pazar



Burgaz’da Donmuş Kareler  III.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Fayton


Fayton’un Tuğrul’un vizöründen


aynama yansımış hâli…

Tuğrul’un vizöründeki faytonu gösterdiğimde, vizörün içinde hayvan oldu mu, ilk sözü alan yaşlı ve bilge deniz minaresi… “Ben bu faytonu bilmem. Benim bildiğim fayton, mitolojide bilinen adıyla Phateon, Güneş Tanrısı Helios ile kocası Habeş Kralı’nı boynuzlayan, ölümlü Clymene’nin oğludur. Nitekim bu konuyu zamanın magazin gazetesi (πεταλούδα=petaluda)’da yani Kelebek’te okuyan Phaeton,  Helios’a hesap sormaya gittiğinde, o da bu durumu doğrular. Kanıtlamak için de adına ancak tanrıların yemin ettiği Styx, Cehennem Nehri üzerine and içerim ki dilediğin her şeyi yaparım, der. Phaeton da babasının, güneşi arkasına koyup gökyüzünde güne sürdüğü ve 7/24 dünyanın etrafında döndüğü,  atlı arabayı sürmek ister.  Babası, oğlum sen Ağaoğlu Ali’nin oğlu değilsin, olmaz bu iş… bunu tanrılar bile kullanamıyor, özel dershaneler de dersini vermiyor… hem yukarıda medyum Memiş’in çiftliğindeki boğa, aslan, akrep, yengeç, gibi bilumum mahluk, kahve falı içine, döne döne çeker de öldürürler seni… dese de oğlu laf dinlemez."  Bunun üzerine Styx ırmağı üzerine yemin etmiş bulunan Helios mecburen boyun eğer ve oğlunu arabaya bindirir.”
Phaeton’un dizginleri eline almasıyla beraber, komut verenin, her boku bilirim, klanından, bir çaylak olduğunu anlayan ve kendisinden hiç de hoşlanmadıklarını şaha kalkıp, çifte atıp, duyuran atlar, parlayıp, bir de doludizgin deli gibi koşmaya başlayınca, Phaeton korkar ve dizginleri elinden bırakır. Uluslar arası hava sahasında kontrolden çıkan,  paraşütü de açılmayan, gökyüzünde gittikçe alçalmaya başlayan güneş yüklü araba, sıcaklığıyla başta Olympos olmak üzere çevredeki tüm dağları, tepeleri tutuşturup, ırmakları buharlaştırıp, iyice alçalıp yer istasyonlarının tüm uyarılarına rağmen bir de Afrika hava sahasına girince buradaki ülkeleri çöl eder, insanları karartır, Arap eder. Öyle ki, koca Nil  ırmağı bile kaçacak delik arar, sonunda bir delik bulur. Ama başını oradan bir daha hiç çıkaramaz ve onun için de o günden, bugüne kaynağını hiç kimse bilemez. Bu durumu,  yanan, yakınan Olympos’ta gören Zeus, kızgınlıktan deliye dönüp, eline aldığı yıldırımını, Phaeton'a fırlatır ve ortalık süt liman olur. Olur, ama Phaeton’dan da geriye de sadece bir nal ile süremediği dört tekerlekli, tek körüklü at arabalarına verilen faytonun adı kalır… ben de öğrendim bunları vakanüvis Lacrima’dan… ” der, vizörün içinde hayvan oldu mu, ilk sözü alan sonra da sözü bana, yeşil gözlü istiridyeye veren, yaşlı ve bilge deniz minaresi…
Ben de ona dedim… “Ben faytona binmem.”

Benim bildiğim fayton; günün soğuk veya sıcak ama hâlâ dünden yorgun gözleri ve duvara asılı koşumları ile ahırlarda bekleyen… adanın çıkarken kaygan, inerken kaypak yokuşlarında ayakları titreyen…  cepleri ve egoları şişkin kalabalıktan yılgın… kaderde ortak, paylaşımda kıskanç sahipleri ve boyunlarında bir tutam azık ile rızık peşindeki koşulu atları ile faytonlar, bende yalnızca hüznü ve meralarda özgürce koşmak için hak arayanların, hakkını sokakta arayanların, coplar altında havuza atlayıp, limonlu suyla gözlerini yıkayanların kavgasını simgeler

Onun için de ben, dizginlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, aklında yalnızca akşam içeceği bir kova su ve yiyeceği bir öbek saman ile kandırılan, gücü ve hızı hoyratça kullanılan, onuru ayaklar altına alınan atları ile ada yollarında Tuğrul’un tasvirine sığan, bu faytonlara binmem, binemem.

Oysa aynamda yansıyan tasvire bir göz at… o özgür bir at… yalnız özgür değil senin gibi bilge, bir at… eğer sırtına bindiğinde, hissederse senin iyi niyetli acemiliğini, asla incitmeden eğitip usta bir biniciye çeviriverir seni… ama eğer binmişsen biri gibi ve sevmemişse seni, bir de vurduysan haksız yere fiskeyi, sürerken süründürür seni, üstelik bir de yerde bulursun kendini.

Özgür bir at… hayatı seninle paylaşır ve kararlarına ortak eder kendini…  Ne demiştik?...

“At yaşamdır...
güzellik ile zarafetin,
cesaret ile gücün,
yetenek ile iyi karakterin, aklın birlikteliğini simgeleyen
tek canlı odur insanlardan sonra
insanlık tarafından genel kabul gören...

sonuçta fayton, her ne kadar tasvirdeki gibi önde iki küçük arkada iki büyük tekerlek ile yaylar üstüne oturmuş hafif bir gövdeden ibaret tek veya çift atlı bir araba olsa da bana göre en güzel fayton, yürüyemeyen ve müzede kalan faytondur diye bitirdim söyleyeceklerimi… budur işte, faytonun, aynama yansımış hali… 
-----------------------------------
24 Ağustos 2012, Burgazada 

Gelen Mesajlar  

Sevgili Altın Biraderim,

Bakan’la, gören bir midir? Sayende şimdiye kadar sadece baktığımız veya bakakaldığımız şeyleri görmeyi de öğreneceğiz; Kolay değil tabii bu. Sen “ben faytona binmem” dediğinde, yazdıkların ve de Burgaz’lı olarak hissettiklerinle haklısındır. Ben şimdi burada “ ben de binmem “  dersem sahtekârlık olur. Burgaz’da belki değil ama Büyükada’ya her gidişimde o faytonlara biniyorum Altın Biraderim, yalanım yok. Yani hem o fayton üzerinde Lunapark’a kadar yolculuk keyif veriyor ve hem de beni ve cüssemi göz önüne getirdiğinde o yolu yayan olarak yürüdüğümü hesap edersen Aya Yorgi’ye çıkmak için gıdım nefes kalmaz vallahi bende. Ayrıca o faytonlara binmek beni çocukluğuma da götürüyor, biliyor musun?
Rahmetli anam tarafından Sökeli olduğumu yeri gelmiş iken söylemiş olayım. Çocukluğumun nerede ise tüm yazları Söke’de geçti. Çağan Irmak filmlerinin o muhteşem Ege’li tipleri bana çok akraba gelir ol nedenle. Kuşadası’nı da 50’lili yıllardan beri çok iyi hatırlarım o yüzden ve de içim kan ağlar bu günkü Kuşadası’na baktıkça. Teyzemgil hala orada; her yıl giderim mutlaka. Gün geçtikçe de kötüleşiyor. İşte benim çocukluğumun Kuşadası’nda kordon boyunca Faytonlar görevdeydiler. Yani, Altın Biraderim, aklını Ada’nın mazlum atlarına ve onların yaşam koşullarına takmadıysan Faytonla gezinti keyiflidir be itiraf edelim şimdi. Hele o faytonların bu günkü alternatifinin “Kartal gönüllü”  “klimasız Şahinler “ olduğunu düşünürsen.

Hay Allah, nereden nerelere geldik. Kaleminle bin yaşa, Altın Biraderim.

Sevgi ile kal, hiç Burgazsız kalma.

Tuğrul Ünsal 25.08.2012
           
Sevgili Kardeşim, 
Deniz minaresi ve Spartat ile durumunu değerlendirdik. Senin faytona binmenin uygun olacağına karar verip,  izin verdik. İlgililere duyurduk. Keyfini çıkar, hoşça kal...

Mehmet Altın 25.08.2012


29 Aralık 2012 Cumartesi


Burgaz’da Donmuş Kareler II.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Martı


Martı Osman’ın  Tuğrul’un vizöründen yansımış hali ile 


Nilüfer kardeşimin vizöründen aynama yansımış hâli…

“Bizim adaya gelişimiz binlerce yıl önce ise onların, yani martıların, yedi sülalemin düşmanı, bu obez yaratıkların adaya gelişi bizlerden biraz sonra, sizlerden ise çok öncedir… [Alfred Hitchkok’un Kuşlar’ı] palavra, bunlar, düşmanlarını gördüklerinde kostaklanır, geniş kanatlarını açıp, hangi makamdan bilmem, bet sesleriyle yaygara koparsalar da eli belinde koca karılar misali, daha öteye gitmezler, gidemezler… buna karşılık, hanelerimize tecavüz bunlardadır, çocuk istiridye, mini midye, narin deniz yıldızı kaçırma bunlardadır… velhasıl bana sorarsan, kavmimize düşmanlık dışında, doğadaki işlevleri nedir, neye yarar, bu mendebur yaratıkların bilmem, bilemem?...”

deyip, kendi umumi manzarasından martılarla ilgili görüşünü aktaran, kadim dostum, yaşlı ve bilge deniz minaresi, noktayı koyup…

“de bakalım, sen ne düşünürsün bu atıl yaratıklar hakkında…” diye sordu ve sözü bana, yeşil gözlü istiridyeye verdi.

Ben de kendisine, Datçalı Can, şairin “..martılar ki sokak çocuklarıdır denizin.. “ diye başlayıp, “   ve çöpçüleridir adanın / haklısın / hiç  utanmazlar da mezarına bile sıçarlar adamın..dizelerini şairin hoşgörüsüne sığınarak, kendi çapımda ekleyip, martıları, balkonumun demirlerine dizdiğim ekmeklerle beslediğimi, onlarla ara sıra konuştuğumu,  hatta biriyle arkadaş olduğumu bilmeyen, kadim dostumun, gönlünü aldım…
  
Gönlünü aldım almasına da dedikodu misali anlattıklarını, onun gibi bilge bir deniz minaresine de yakıştıramadım. Ama martıların, adaya ilk düştüğüm günden beri, yumurtlama ve yavruları koruma kollama dönemi, mayıs haziran aylarında, gün boyu süren, o sürecin dışında da sabahın köründe çıkardıkları “ga ga gak, gu gu guk… gak, gak, guuuuk, v.b.g seslerle, beni de deli ettiklerini, iki tane yastığı başıma sardırdıkları, yani yaygaracılıkları konusunda, deniz minaresinin söylediklerine hak verdiğimi, bu arada “ laf aramızda… “  size söylemeliyim.

İşte bir yandan martılar üzerine bu tek taraflı yorumlarlarımı(zı) sürdürür, bir yandan da  endamları ile uçuşları, insanı seyir esriği eden, / saray muhafızları misali, / ufka kilitli, gururlu duruşları ve  bakışları ile mavi kanlı, / bize yakın ama uzak bu hayvanların, sahip oldukları dil ve lehçelerinin fonetik çirkinliği neden, nereden?... gelir diye kendime sorarken, dayanamadım ve bir gün kendisini üzmeyecek bir şekilde arkadaş olduğum, martıya sordum…  

Ey, adını bağışladığım,
 onurlu duruşunda mahzun bakışlı arkadaşım, 
eğer varsa yaratan
nereden ve neden?…
sana yapılan ve sana yakıştırılan
sesinde taşıdığın bu zulüm,
anlatabilir misin bana,
dost, düşman bilsin bu dünyada?...dedim

o da dedi
nasıl anlatmam,
bu dünyada,
bunu
bugüne kadar bir tek sen sordun,
neden ve nasıl olduğunu
bizi bile kendimizden bezdiren…

diyerek ve derdini paylaşmanın mutluluğunda sevinerek, anlatmaya başladı…

Nuh Tufanı öncesinde bizim de yadırganmayan bir sesimiz
adalar ile ana kara arasında posta taşıma görevimiz vardı.

Ne zaman ki Nuh bizi çağırdı,
ve
görevlerimiz arasına
gemi yapım araçlarının getir, götür işlerini karıştırdığı yetmezmiş gibi
bir de
sağa gidin gelin, sola gidin gelin,
tufanı kollayın, gelip gelmediğini haber verin,
üreyin,
kutuplara gidin, orada yaşayan her türün birer çiftine haber verin buraya gelsin,
 görevlerini de kattığı gün
dünyamız,
 Nuh Tufanından önce karardı…

Onu getir, bunu götür,
Sağı, solu, ufku kolla, Tufanı gözle
o sırada üre,

derken… 

bir yandan üremenin şehveti
bir yandan yorgunluk
kutuplara gitmeyi unuttuk…

ve Tufan geldiğinde
biz, martılar,
geminin dışında,
diğerleri içinde,
tıngır, mıngır değil,
tangur, tungur sallanırken

Nuh’un çıkıp da
geminin penceresinden

“Sesiniz kısıla, kavminiz boş kala!...”

diye bağırmasıyla …

suyla hem hal olmuştur kutuplardaki hayvanlar,
bizim de böyle çıkar sesimiz
orada burada gezeriz..


deyip, devam etti…

“İşte, bu silleyi yediğimizden beri bulunduğumuz her yerle bütünleşir, fazla uzaklaşmaz, oraların süsü, simgesi, kokusu olur, hiç değilse bir işe yaradığımızı sandığımız, züğürt tesellisi buluruz. Bakma bizim bugünkü serkeşliğimize, vapur peşlerinde, insan elinde, çöplüklerde, gece ile gündüzü karıştırıp AVM ışıklarında düştüğümüz zelilliğe… ne yaparsın, ekmek kavgası işte…  Halbuki dozunu gittikçe arttıran şiddetin, iğrenç yobazlığın arkasında gizli para hırsının, toplu isterinin gaddar ve hain yüzü İstanbul’a hâkim olmadan önce, Kumkapı’da avladığımızı, Kumkapı akşamında paylaşır, Beykoz’da sabah kahvaltısını balıkçı barınağında yapar, Moda Plajında denize girip gece Adada, Haliç’te avladığımız torikten lakerdayı meze yapar, sonra da Burgazın Yassıada'ya bakan yöresi, Leandros’ta sevgilimizle aşka gelirdik. O zamanlar İstanbul, efendi, biz de İstanbul’un efendisiydik… diyen,

Burgazlı kardeşim Nilüfer’in vizöründen, kulüp tesislerinde yarenlik ettiğim, adını bağışladığım, arkadaşım Osman’ın,  aynama yansımış hali… 
-----------------------------------
07 Ağustos 2012, Burgazada

GELEN MESAJLAR

Mehmet, sağ olasın, ellerine sağlık. Öyle güzel yazmışsın ki, martıları zaten severdim, simdi daha da bir güzel göründüler gözüme (sesleri ise beni hep güldürür). Ufuk ve sana selam ve sevgilerimi ilettim.

Tülin Çağlar Koray 07.08.2012

Martı Osman'dan bin şükran, Ufuk ile benden bin selam...

Mehmet Altın 07.08.2012
-0-
Midye, istiridye, deniz minaresi derken, şimdi de Martı Osman çıktı meydane, maşallah hepsi birbirinden merdane! Senin hiç normal arkadaşın yok mudur bre Mehmet Enver Hocam! Resimdekini Burgaz’lı Osman’a benzettim de bir habercik verivereyim dediydim de… Selam ederim.

Mesut Taşkın 18.08.2012

Benim arkadaşlarım olmasaydı midye, istiridye, martı, karga, tırtıl, pervane ve her dinden, her dilden bir avuç adem, yazılır mıydı bu candan gelen hikayeler? Selam ederim.

Mehmet Altın 18.08.2012


Burgaz’da Donmuş Kareler I.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Kaşıkadası 


Kaşıkadası’nın Tuğrul’un vizöründen 


aynama yansımış hâli…

Rivayet odur ki; Pita’nın, bugün bilinen adıyla Kaşıkadası’nın, kadim tarihte bir adının da Pide olduğu söylenir. Bir zamanlar, Konstantinopolis’in arka bahçesinde oynamaya gelen bir gözü çıplak, bir eli kasap korsanların, şehre gitmeden önce kendilerini ve gemilerini makyajlayıp “aman ne terbiyeli, ne aklı başında adamlar… ” dedirtme ve köklerini gizleme ön hazırlıklını burada yaptıkları söylenir. Yine korsanların, Halki, Heybeli’nin üstündeki mehtaba, takma gözlerini ve ellerini çıkarıp, kendi dualarında hu çekip, şölene durdukları yer olduğu için adanın adları da bir elde pide, bir elde kaşık,  bir sofranın etrafında dönüp duruyor herhalde…” deyip, devam etti kadim dostum, yaşlı ve bilge deniz minaresi,

“Ben, o zamanlar daha yeni yetme bir minareydim. Kaşığın ucunda, taş oyuk yuvama yerleşmeden az önce, kendime uygun bir yuva bulmak için bir lokma deniz piresi ile yetinip,  sırtta bir kabuk, Burgaz’ın kıyılarında dolanıp dururdum. Hiç unutmam, ekim ayının birinci gününde, Kaşıkadası’nın tam üstüne zıpkın gibi inen, o zaman adını bilmediğim, alaim-i sema denilen ışıktan merdiveni gördüğümde…

Yüce Poseidon bu da ne? Nedir ve neden tam da bu adanın üstünde?... ,

dedim, ve hemen koştum, o zamanın, yaşlı ve bilge deniz minaresine…  o da dedi,



“… o, gördüğün denizlerin dibinde yaşayan eşi Amphitrite ile
her kestane karası fırtınasında,
renkahenk kanatlı atlarıyla
burada buluşmaya gelen,
Poseidon’dur,

bize şeref veren,

onların vuslatıdır,
dalga yanak, yanak dalgaya,
denizi alt üst edip,
köpüklü kıvrımlarında birleştiren…”

dedikten sonra sözü verdi, yeşil gözlü istiridye’ye… ve dedi, yeşil gözlü istiridye…

Bildiğiniz gibi, ben, daha önce yerini yurdunu bilsem de yetmişli yılların sonunda düştüm Pita’nın karşısındaki vaftiz olup Burgazlı olduğum, Burgaz’ın sularına… Lakin ne öğrendim ise Pita’nın ucundaki sularda öğretti bana, yaşlı ve bilge deniz minaresinin, uzun boylu, geniş omuzlu, endamlı muhafızı Pina…  

O, öğretti bana,
suyu yudum yudum koklamayı,
istiridye, midye, pina,  pavurya ve ıstakozlarla konuşmayı ve şarkı söylemeyi,
güneşi kandırıp, iple denize çekmeyi,
yakamozlar
 üstünde yürümeyi,

O, gösterdi bana,
gecenin ikiye ayrıldığı anda,
Kaşığa açılan perdeyi...

O dinletti bana,
kıyıya, usul bir rüzgârla gelen boleroyu,
artan tempoyla yağan konçertoyu.
yaylılar rüzgârla süzülürken
birden yükselen birkaç martı eşliğindeki davulları,
eşlik ederken korno, obua, Kaşığın her tarafında yükselen dalgalara

O koklattı bana,
giderek düşen tempoda, gelen günü alacakaranlıktaki
triangolonun sesi ile
Kaşığın çatısında havada asılı kalan,
birkaç mimoza kokulu damla…


budur işte Tuğrul’un vizöründen Kaşıkadası’nın yansımış hali aynama… 

-----------------------------------
12 Temmuz 2012, Burgazada


23 Kasım 2012 Cuma


Suyun Üzerinde Akan Zaman’la

“ Bir Burgaz Güzellemesi “

Fotoğraflar: Batuhan ERDİ



I.Tasvir

Haziran ayının güzel Pazar günlerinden biriydi… yakın dostum, bilge deniz minaresini, Kaşığın ucunda bulamadığım için, Çamakya sahilinden Aya Nikola’ya doğru, onu bulmak umuduyla ığrıp çekip giderken, sol omzumun üstünden Şemsin[1] sesini ve dilini Aya Nikola’nın sırtlarında hissettim. Aynı anda gördüğüm kıyıya uzanmış deniz minaresi de bir Aya Nikola’ya, bir Kalpazankaya’ya akan Çamakya kıyılarına bakarken, bana dedi…  uzaklardan gelen sesi dinle…

…ses…

 Ben,
güneşe tapan, güneşin kulu,
Abdülşems,
haftanın güneşe adadığımız bugününde
güneşin kız kardeşi, dünyada
  
ararken bir yer,
kutsal bir mekanın sessizliğinde ve dinginliğinde
etmek için dualarımı,
sunmak için şükranlarımı,
arındırmak için ruhumu,

bu adaya geldim.
Neresidir burası?
…derken, Şemsin dilinin sesi, Abdülşemsin duasında Aya Nikola’nın sırtlarını aydınlattı.
  -0-


II. Tasvir

Döndüm yüzümü uzaklardan gelen sese, Şems’in, babası Sin’e[2], aydınlığı teslim etmek üzere, her an renk ve biçim değiştiren, mavi gri, kızıl harmaniyesi ile ufka vurmuş heybetine…  cevap verdi istiridye uzaklardan gelen sese…

Ey, en uzak yolların yolcusu Abdülşems hoş geldin Adamıza,

Şemse sevdalı olduğumuz kadar,
 sevdamızın
çok dinli, çok dilli her karış toprağına karıştığı,
adını sorduğun bu ada,
Antigoni olarak bilinir eski çağlarda…
Şimdiki adı ise Burgazada…

Şükürler olsun,
bugünü de tamamlayan Şemse,
o ki;
toprağa, suya bereket verene,
can veren maviye, yeşile,
can veren hareket edene,

bugün de bandık ekmeğimizi tuza,
bugün de çıktı rızkımız, hamdola,
Ey, güneşin kulu Abdülşems,
Dualarımızla yine bakıyoruz,  yarına umutla…
  
-0- 


 III. Tasvir
Aşık dilinin tutkun rengi, kızıla dönmüş tacına yansıyan, omuzlarındkia günün yorgunluğunu, bilinmezin heyecanına yansıtan Şemsin, suretine bakarak, kulak verdim uzaklardan gelen sese… ses, bu sefer,  Abdülşems’e  dedi, dinle…

Biliyor musun?...
Kaç kavim geçti, kaç yıkım, kaç göç, kaç bayram gördü
bu su, bu toprak?...

Kaç buyurgan gördü, ertesi gün tutsak?

Kaç iyi, kaç kötü,
kaç eril, kaç dişi,
Kaç kişi aşka düştü,
Kaç düğün gördü, kaç bayram,

Kaç bahar geçti, doğurgan,
Kaç yaz geçti, kıyıları kavuran,
Kaç sonbahar, üzümün rengine vuran,
Kaç kış, Ayandon fırtınasında ilikleri donduran?...

 -0-
  


 IV. Tasvir
Kara harmaniyesini sırtlamış Şems, karanlığı, sudan fırlamaya hazır yıldızlardan önce babası Sin’e, teslim ederken, ben de adını, istiridyelerin kutsal anası, şimdi Şemsin koynunda yatan, Marta’dan alan, koya koştum ve uzaklardan gelen sesin, Abdülşemse dediği bitince… devam etti istiridye ve o da dedi Abdülşems’e…
Ey,
“kutsal bir mekanın sessizliğinde ve dinginliğinde
etmek için dualarını,
sunmak için şükranlarını,
arındırmak için ruhunu,”

adamıza gelen kişi,
bil ki;
bildik ve biliriz ki; adamızın her daim
canına can katan canlar olmasaydı,
görür müydü bu kadar yıkım, ya da bayram?...
kim bilirdi, kimin olduğu buyurgan, kimin olduğu tutsak?...

adanın her daim ruhu olmasaydı,
ne önemi vardı aşkın, ya da kinin?...
iyinin, ya da kötünün?...
adanın her daim ruhu olmasaydı,
Kimin umurundaydı bahar?
Kimi kavururdu yaz?
Kim görürdü üzümün rengini?
Kim donardı soğuktan?

Bir, bak şu koydan ufka kadar uzanan anılar dolu kocaman çıkına,

Kimler koşmuş, vurgun kollarına, mimoza saçlarına, baharın?...
Kimler yudumlamış, sevincine. tasasına ortak, şişedeki dostluğun?...
Kimler aramış, dipteki taraklarda, pinalarda, incisini aşkın?...
Kimler hüzünlenmiş, Aya Nikola’dan uçuşan sararmış yapraklarında,
anlatısını kederin ve hüznün?...
Kimler göçmüş, anılarında duvarların, sokakların, komşuların?

Kimler yürümüş ışığın yolunda
Kimler yürümüş, şen şakrak?...
Kimler yürümüş, nasıl oldu der gibi hala şaşkın?...
Kimler yürümüş, dişler kenetli, gözler hiddetli?...
Kimler yürümüş, boynu kısık, bu nasıl bir dünyayı, biteviye sorgulayan?

hepsini görürsün Marta Koyunda,
koydan, Şemse uzanan

 -0-



V. Tasvir

Ardından indim vardım limana… Sin, eli belinde, dağa taşa hâkim benim hükmünde, Heybeli üstünden bakarken Burgaz’a, kırpık yıldızlar saçılmışken sağa sola, kulak verdim uzaklardan gelip Sin’den yansıyan sese… ses dedi, Abdülşems’e dinle…

Ey,
Bilmediğini bildiğin bu topraklara varan kişi,

binlerce yıldır
bu topraklardan geçtim
binlerce yıldır bu toprakları doğurgan,
bu denizleri bereketli kıldım,
arısına çiçek,
darısına toprak,
üzümüne rahim,
bebeklerine süt
oldum

ben bu toprakları

benim sonsuz bilgeliğimi,
koruyan, kollayan şefkatimi,
cezalandıran hiddetimi

bana sevgi, bana saygı, bana şükran, bana minnet eden
bu ellerde tanıdım.


Şimdi beklerken,
her günkü gibi
babam Sin’in geceyi terk etmesini,
yıldızların teker teker onun peşinden gitmesini,

şu ana kadar yazılanları dikkatle oku…
ve
izleyen günde
geldiğimde

görerek bak,
gözlerin açık kör olma,

hissederek kokla,
ne tatlar var dolaştığın sokacıklarında,

deniziyle ve toprağıyla konuş,
anla bu nasıl bir tutkudur

etmek için dualarını,
sunmak için şükranlarını,
arındırmak için ruhunu,

bu topraklara
ve
suya
esrik yaşayanda…

 -0-

  

VI. Tasvir

Varırken Şems, Heybeli’nin üstünden ve damlarken ilk ışıkları rıhtıma birer birer,
huşu ile eğildi istiridye ve Abdülşems, dedi Abdülşems

Biliyorum şimdi siz,
gece uyurken bile Burgaz'ı düşünen,
Burgaz'la konuşup, Burgaz'ı dinleyen siz,

koruyan ve kollayan Şems’in yüzü
sabah mahmurluğunu atmak için
ışıklarını rıhtıma yayarken

günün bereket duasıyla,
çarşıda, pazarda kepenkler açılır,
lokantalarda günün hazırlığı başlarken
bütün oyuncular,
yerli yerinde olacak...

ekmek parası umuduyla,
biriniz yine iskelenin köşesinde olacak,

Burgaz'ın sakin sakinlerine,
telaş içinde işe gidenlere,
gülen gözleriyle, pastanenin garsonları
servise başlarken,
Paşa ve çetesi umursamaz edalarıyla yine yerini alacak…

biriniz, biri elinde, biri ağzında sigaraları ile
başlayacak ayıklamaya parlak hamsileri, pembe tekirleri,
bazılarınız ise  artık sahnede olmayacak, bu kış, sanki küs, 
bırakıp gittiler sizleri...

Arka planda,
uçmaya hasret üç, beş martı
ile hınzır karga aşireti,
onlarca çapkın ve sürtük kedi,
yedi, yirmidört rahat yok diyen, yorgun beygirlerin gözleri...

vücudunun kıvrımlarında,
şıpır şıpır dalgalar,
kısa saçlarını okşarken Burgazın
poyraz hafif, hafif, Manastır'da,

tomurcuğa ve çiçeğe koşmuş yapraklar,
örterken sokakları
kapalı panjurların ardında, huzura hazır odalarında
başlayacak günün gizemi ile,
Lütfen artık siz de alın yerlerinizi...

Yirmiüç Haziran İkibinoniki






GELEN MESAJLAR

Sayın Batuhan Erdi’nin o güzel fotoğraflarını görünce dayanamadım ben de hoşgörünüze sığınarak yazdım… 23.06.2012 Mehmet Altın

Elinize sağlık Enver Bey, çok mutlu oldum. Kareler, şimdi asıl anlamlarını kazandılar… 23.06.2012 Batuhan Erdi

Muhteşem bir anlatımla, rüya gibi resimler… ellerinize, yüreğinize sağlık Batuhan Erdi ve Mehmet Enver Altın… Teşekkürler 23.06.2012 Alegre Estroti

Güzel fotoğrafları ile ilham verdiği için Batugan’a, fotoğraflara hayat verdiği için Mehmet Bey’e sonsuz teşekkürler… İlham veren bilge deniz minaresine de teşekkürler 23.06.2012 Jul Amado

Teşekkürleer 23.06.2012 Jenev Tarinas

Çok güzel ve çok ince…eksik olmayın teşekkürler 24.06.2012 Gülçin Atıcı

Hem Batu’nun fotoğrafları, hem de Enver Beyin yazısı çok güzel, ikiniz de sağolun 24.06.2012 Nicholas Tsalikis

Büyüleyici…  24.06.2012 Elena Kovaçi Uygan

Muhteşem görüntülere teşekkürler Batu… bu güzel görüntüleri yüreklere gönüllere taşıyan Mehmet Bey, size de elinize, dilinize, yüreğinize sağlık desek az mı demiş oluruz diye düşünüyorum… 25.06.2012 Apo Yalçın

Teşekkürler Mehmet. Hakikaten çok güzel. Sana ve Ufuk'a selam ve sevgilerimle. 25.06.2012 Tülin Çağlar Koray

Teşekkürler Tülin, sesini duymaya vesile olmak çok güzel...25.06.2012 Mehmet

Çok güzel. Eline sağlık. Ufuk Altın 25.06.2012

Seninle daha da güzel... 25.06.2012 Mehmet

Mehmet Amca’cım, harika… birbirinden anlamlı dizeler… ellerinize yüreğinize sağlıkSaygılarımla,  25.06.2012 Tamar Taşcıoğlu

Rakıyla tatlandırmak lazım... 25.06.2012 Mehmet



Sevgili Altın Biraderim,

Biliyorum, çoktandır sesim soluğum çıkmıyor.Amma sakın ha senin yazdıklarını okumuyorum sanma; hem okuyorum ve hem de en özenli bir biçimde dosyalıyorum onları. ( save ediyorum yani; Burgaz’ın Altını dosya adı.)Hani, Allah göstermesin, bir şey olur da kendi yazdıklarını bilgisayarında bulamazsan, Back-up ünitesi olarak yazdıklarını sana geri iletmek üzere nöbetteyim; bilesin.

Burgaz Adasının fotoğrafları üzerine yazdıklarını okuyunca benim aklıma da seni ziyaretlerimiz dolayısı ile Ada’da kendi çektiğim fotoğraflar geldi ve dedim ki kendime  “ Ada bilmez bencileyin ademler için bu fotoğraflar donmuş birer karedir amma oranın bir parçası olan Altın Biraderime acaba bunlar neler anlatıyordur? Kim bilir.
·        O ada evleri; bilenin, duyanın ağzından kim bilir ne hikâyeler anlatır bize,
·        İstanbul’un simgesi olan Begonviller Ada’da daha mı bir güzeller?
·        Sait Faik’in Burgaz’ında bir Cafe’ye niye “ Harrison “ ismi verilmiş acaba?
·        Çay Bahçesi eskilerden mi kalma, yeni yetme mi acaba?
·        Panjurları yeşil olmasa da boyası yeşil olan bu ev kimin acaba ?
·        İstanbul bu kadar mı uzak Burgaz’a? Yoksa insan kendini öyle mi hissediyor?
·        Şu yalnız Martı’ya sorsak, var mıdır acaba  Varden’in Topal Martı’sı ile bir akrabalığı?  
·        Sezen Aksu “ Ada vapuru, yandan çarklı… “ derken bunu kast etmiyordu herhalde!
·        Bu havuz rekorlara ev sahipliği yapmış mıdır acaba?   
·        Sahildeki restaurantlar ( yoksa Türkçeleştirerek restoran mı yazsaydım? ) lezzet ve sunum farklılığı gösteriyor mu? Kimin nesi özeldir?
·        Vapura ismi verilen Şehit Mustafa Aydoğdu’nun hikâyesi nicedir?
 O zamanlar Sait Faik varmış Ada’yı, balıkçıları, martıları anlatan.Bu gün de Altın Biraderim var Kaşık Adasındaki istiridyesinden bize haberler ulaştıran; bakalım o istiridye bu sefer bize neler anlatacak?

Sevgi ile kal.

28.06.2012 Tuğrul Ünsal



Sevgili Kardeşim,

Yalnız yazılanları değil akıldan geçenleri  okumak, galiba senin de alnına yazılmış kaderin... Çünkü, ben de beni, yazın dünyasına esrik edip sonra da satır aralarından, pembe panter misali, sıyrılan koruyucu ve kollayıcı kardeşimi merak edip duruyor acaba, Allah korusun,  mevcut düzene bilmeden bir omuz vurdu da....  Eyvah diyordum.

Neyse ki, bütün bunların benim boş kuruntularım olduğunu anladığım gibi sabah sabah "... vallahi gündem gereği ve siyaseten değil, herhalde sevinç ve ihtiyarlıktan olsa gerek ve evimde, kimse görmeden..." ağlattığın gibi beni, yeşil gözlü, ihtiyar istiridye de sevgiyle kucaklar seni...

Kal tasasız ve sağlıkla,

28.06.2012 Altın Biraderin    
    




[1] Sümer mitolojisinde güneş tanrısı Şamaş’ın Arapça deyişi.
[2] Ay