2 Aralık 2014 Salı

Mehmet Altın

KiBELE’nin AĞAÇLARINDAN

“ Ağıt içi Damlalar ”


Anlatı


ÖNSÖZ


Beni, ilk bölümünü altı nisandan itibaren yayınlamaya başladığım, bu anlatıyı kaleme almaya, ağıtları yüreklerimize, gözyaşları gözlerimize yansıyan anaların yüreklerindeki acıdır, canlarından can koparan... bu nedenle, alaca karanlığın iyiden iyiye çökmüş olduğu ülkemize ışık tutan canlara ve analarına, canı yanmış analarla, canı yanmış anaların omuzlarına baş koymuş analara, anası ağlamış analara, esirgeyen ve kollayan analara, tasada, neşede ve kıvançta, yediğimiz aşta, içtiğimiz suda, güneşin yolunda beraberliğinden onur duyduğumuz, eşimiz kadınlara, dostumuz kadınlara, arkadaşımız kadınlara, yoldaşımız kadınlara, analarımıza, ana yüreği olanlara, Anneler Gününde bin sevgi ve şükranla olsun armağan...
--------------------------------
11 Mayıs 2014, Mehmet Altın







Sorarım anneme akşamları
çan seslerinin ardından gizlice,
nasıl yorumlamalıyım günleri
ve geceye nasıl hazırlanmalıyım diye.

Derinlerde yatan tutkum hep
anlamak ve anlatmaktır her şeyi sonuna dek,
çevremde dolanan onca ezgiyi
akorların içinden seçmek.

Birlikte kulak veririz hafiften:
annem yine düşlemektedir beni,
bulur, eski şarkılardaki gibi
ruhumdaki majörleri, minörleri. (*)
-----------------------
Ingeborg Bachmaan

Ceyda Sungur, Lobna All Lamii,
Kate Cullen, İzmirli Üç Kız,
Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, 
Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert,
Mustafa Sarı ve Berkin Elvan’ın 
anılarına, analarına…


(*) Ertelenmiş Zaman, İyi Şeyler Yayıncılık, Kasım 1993, s.10

KiBELE’nin AĞAÇLARINDAN


“ Ağıt içi Damlalar ”

Yaza karılmış bir deste günden düşüp Kasım ayına sıkıştırılan, ayın ilk beş gününden biriydi. Yüreğimin gözü, yanılsamalara dolu denizde, yeşil gözlü istiridyenin kabuğunun aynasından yansırken, aynı anda ben de denize usulca süzülürken, denizde ne kadar yeşillik varsa ellerinde, denizanaları da aynı şekilde süzüldüler benimle… anlam veremedim ama sanki hepsinin gözleri yaşlı mı ne?   

Güneş, boynuna dolanan bulut kümelerinin altından, üstünden,  aralarından sızan kızıl sarı saçlarını, bir de onlar Burgaz’ın tepelerine dolanmasın diye atkuyruğu yapıp toparlarken ben de denizanalarının ritmik saçak darbeleri eşliğinde, istiridyenin, Kaşık Adasının ucundaki Fahrelnisa Zeid eflatunları, mavileri, lacivertleri ile yeşillerinin armonisindeki evinin bahçesine ulaştım. Toplanıp bir araya gelmiş, fısıl fısıl kulağıma gelen istiridye, midye ile şeytanminareleri seslerinin yumağı arasından dostum yeşil gözlü istiridyenin son sözcüğünün ucundaki harfi yakalayıp, başladım sözcükleri ayırmaya bir yandan da anlattıklarının satırlarını sarmaya…  

Sözcüklerini sarıp, cümleleri yerine oturunca, satırlar alt alta sıralanıp, satırlarla, satır araları okundukça, yeşil gözlü dede istiridyenin çenetleri sıkılı, kızgın, yorgun ama bir o kadar da umutlu sözleri cümlelere… cümleleri satırlara… satırlardan habbelere… habbelerden damlalarla Ana Tanrıça Kibele’nin ağaçlarının altında ağıta yatmış anaların avuçlarına dökülüp, parmaklarından aşağıya yayıldı toprağa… topraktan süzüldü kılcal kaynaklara… kaynaklardan yayıldı hayat veren derelere… derelerden yayıldı hayat dolu denizlere… denizlerde buhar oldular yayıldılar göğe… gökte her biri birer alfabe damlası, elif elif yağmur oldular yine yağdılar toprağa yurdumun coğrafyasına…

-0-

Ceyda ile başlayalım anlatmaya…

Saatli Maarif Takviminde, ilkokul çağı çocukluğumu sürdürdüğüm tekdüze günlerimizi değiştiren, üniversitede okuyan ağabeylerimizi heyecan ve merak içinde beklediğimiz olaylı günlerin ardılı bir sabahın köründe, gür ve tok sesli bir duyuru ile başlayan, apoletli ve paletli darbeli günlere denk gelen, 2013 yılının Mayıs ayının son takvim günlerinden biriydi.
Düşümde gördüğüm, kendisine ihanet eden, sonrasında pişman olan sevgilisi Attis’in, kendi kendini cezalandırmak için cinsel organını kesip acılar içinde kıvranması üzerine Attis’i bir çam ağacına dönüştürüp acısını dindiren, her zaman yeşil kalmasını sağlayarak ona sonsuzluğu bağışlayan Kibele’nin gözyaşlarıydı, avuçlarımdan dökülüp, saçaklarımdan denize yayılan… Hayırdır inşallah deyip, kabuklarımı açıp sabah mahmurluğu ile gerindim ki; onunla gördüm olanları… onunla duydum söylenenleri… onunla söyledim sözlerimi… onunla kokladım devinimleri… onunla duyumsadım direnenleri…
Adeta, kızıl kabuklu bir pinanın zarafetindeki onun, o gece yatmadan önce aklı, onurlu, sevecen, gözleri ışık yayan, kendileriyle barışık öğrencilerindeydi…  şehrin en önemli meydanının yanında kalan son bir karış toprağı, namıyla gezi parkını yağmalamasınlar diye orada, parkta çadır kuran…

Yine o gece, her zaman olduğu gibi öğrencilerinin çadır kurduğu yerin hemen yanındaki, kendileri gibi umudu ve aydınlığı sırt çantalarında taşıyan öğrenciler… içleri boş kendilerine âşık makaron kızlar… salya sümük sırnaşık sarsak delikanlılar…  ekmekleri, para ile şişmiş, şişirilmiş iki dudağın insafında, arzuları boş cüzdanlarının dikiş aralarında, geleceklerini pembe düşlerde kurgulayan işçi kızlar ile delikanlılar… boşluğa kilitlenmiş solgun gözleriyle dilleri ve dirilikleri, avuç içi torbada mahkûm tinerciler…  ekmeklerini kapalı perdelerin arkasında çıkarıp, işini kapı ardında bırakıp, kimliklerini bazen hüzünlü bir gururla bazen de hoyrat bir saldırganlıkla taşıyan orospu, pezevenk ve kadın adamlar… malı ve aklı müşterisinin gözlerine ve sözlerine ayarlı, sütre gerisine yatmış, azı zaman babacan, çoğu zaman holigan esnaflar…  kişiliğini saf çocukluğunda bırakıp,  halkı dolandıran, her bir karış toprağı yağmalayıp, çirkefini ortalara bulaştıran, sonra da seccadeye alnını dayayıp, affa sığınan, namusu, apış arasında arayan ucubelerle, insan genel sıfatında insanlarla doluydu yakın uzak sokaklar ve  yakın uzak her metrekare meydan…
Sabaha karşı, düşünde onun son gördüğü, Kibele’nin gözyaşlarıydı… endişeli ve korku içindeki yeşil yapraklardan dökülüp, yoğun bir sis tabakası altında çadırların üstüne dökülen…

Fırladı yataktan bir öğretmende değil çocukları tehlikede olan bir ananın içgüdüsüyle, gardıroptan eline ilk gelen elbiseyi giydi… hiç bakmadan şekline ve rengine, çocuk görünümlü dolgun bedenin üzerine… Kişisel eşyaları: cüzdanı ve telefonu ile kalemi, kalem kutusu ile bir şehir planlamacısının olmazsa olmaz gereci fotoğraf makinesinin de bulunduğu bezden yapım çantasını alıp çıktı evinden sokağa, sabahın ilk ışıkları, kurulayamadığı siyah saçlarının arasından, gök kuşağı yansımalarla süzülürken, koşarak gitti metro istasyonuna…

Taksim istasyonuna geldiğinde, durumdan vazife çıkaran görevliler tarafından kapatılmış olan Gezi Parkı çıkışı yerine, füniküler çıkışındaki asansöre yönelip, gizli servislere mekân otelin karşısına çıktığında, parkın oradan dalgalar halinde gelen koku ve seslerin her bir zerresi analık güdülerini daha da ayağa kaldırırken, burnu kuzularının her birinin kokusunu teker teker adlandırdı… hadiya, dragon, niko, domestos, lürülük, kocarnavut, juliet, yan-yürü-yan, nam öğrencilerinin kokularını ve seslerini teker teker tanıdı ki; bunların ikisinden birinin kokusu tıpkı beraber oynadığı tiyatro oyunundaki gibi can yoldaşının diğerinin ise “Hadi Öldürsene Canikom”un katili gibi havagazı kokarken…

Avına kilitlenmiş kartal gibi kaldırdı gözlerini, aynı anda kanatlandı ayakları eşgüdümle seslerin geldiği yere… vardığında kuzularının yanına, ellerinde coplar ve sopalarla, gazı gazdan esirgemeyen saldırgan kurtlarla çevrildiklerini,   göz gözü görmeyen ortamda umarsız bir şekilde kendilerini savunduklarını, sağa sola kaçıştıklarını görünce, o, kırmızılı kadın, girdi kurtlarla kuzuların arasına, kuzularının üzerlerine sıkılan gazlara kalkan, buzdan daha soğuk bakışlardı gazı sıkan polisin gözüydü, o anda aklında kalan…
Aynı anda Ana Tanrıça Kibele’ydi gazdan sulanmış gözlerini koruma telaşındaki kirpiklerinin arasından gözlerine yansıyan... Tıpkı, Schindler Listesindeki kırmızı paltolu küçük kızın da gözlerini kapadığı gibi, onun da gözlerini kapayıp, bir yandan da parktaki yapraklardan dökülen ağıt içi damlalarla gözlerini yıkayıp, avuç içi damlalarla onu kutsayan…
Yine o anda ellerinde birer kırmızı karanfille, kırmızı yemenilerini bağlayıp, yumruklarını sıktılar, tüm dünyadaki kadınlar ve parka, Onun, Ceyda Sungur,  adını ağıtlardan avuçlara, avuçlardan yapraklara dökülmüş damlalarla yazdılar…
-0-
ve Lobna ile devam edelim anlatmaya…
Tarihin kadim zamanlarından beri vatanında vatanını, adında adını arayan bir ulusun, bereket tanrıçası Astart’ın, ulusu gibi kendini arayan, kafası soru zamirleriyle dolu kızlarından biri olarak doğan, ataları Fenikelilerin denizde yelken açarken onlar çölde yelken açıp, sin’le yatmış, şems’le kalkmış, çoban yıldızı bir yanda, kutup yıldızı diğer yanda Filistin’den Ürdün’e göçmüş, bir ailenin kızıydı o…
Varlıklarından şüphe yok. Adları ve varlıkları her yerde ve her şeyden aşikâr… ama emperyalizmin üçüncü çoğul şahıs olarak andığı ulusunun kaderini, oradan oraya sırtında taşıyıp, on dört yaşından beri de Türkiye’de yaşayan o, zahir ulusunun kaderinin aynasının sırında ve sırrında bâtini arayıp, beyninin derin kıvrımlarında yıllardır mercan kümeleri gibi yerleşmiş soru ve savlarını, yirmi dokuz Türkçe harfle sayfalara dökerek, başkentin, her zaman en başta direnen…  direndi mi başka türlü direnen… türlü türlü direnen üniversitesinin, kırmızı-beyaz onurlu cüppesini “eğitimde insan kaynaklarının geliştirilmesi” için felsefe doktoru olarak geçirmişti sırtına...  

Hani bazı insanlar vardır her zaman yanınızdadır ama sureti yok olunca hatırlamazsınız. Bazıları da vardır, bir saniye görür ama ömür boyu unutamazsınızlardan biriydi o.   Vize alıp Almanya’ya gitmek üzere geldiği İstanbul’da kaldığı Galata Kulesine yakın otelin keten perdelerinin dokumaları arasından Mayıs ayının en son günü, İstanbul’u Topkapı Sarayı, Süleymaniye, Fatih Camii üzerinden yalımlarını Galata’ya yansıtarak kucaklayan güneşin onu  da siyah saçlarının arasında girerek okşamasıyla uyanmıştı. Her an soru sormaya hazır bilge dudaklarından hiç eksilmeyen sevinç dolu gülümsemesiyle yatağından kalkmış… odaya süzülen ışık kümeleri içindeki kıvıltıları balina gibi yutarak ulaştığı banyoda neşeyle yıkanmış… kırmızı tişörtünü ve blucin şortunu giyip, ayaklarına şıpıdık bir terlik geçirip, kendini bir an önce güne atmak için, dışarı fırlamıştı.
O gün, kahvaltısını, artık saraylara düşüp saraylarda yenen çok özlediği simit ve çay ile yapmak için Tünel’in yanında İstiklal Caddesinin başındaki Simit Sarayına oturdu. O an orada, o da herkesin yaptığı gibi telefonunun bütün işlevlerini gözden geçirdi, hünerlerini pekiştirdi, sanki yıllardır uzak kalmış gibi gözledi, diller aldı, diller döktü, çay ve simit üzerine içtiği kahveyi de bitirip sonra da Taksim’e doğru yürümeye başladı.

Vize başvurusunu bugün yapacaktı. Ama uzun zamandır yaşadığı… vatandaşlığını taşıdığı bu ülkenin: sorgulanmayı hakaret kabul eden, hayal ürünü gerçeklerini müritlerine yutturan, anlattıklarının doğru ve gerçek olmadığını söyleyenleri komplo kuruculukla suçlayan, abartılı,  gerçeküstü, kendi rivayetine göre kendini öne çıkaran hikâyeler anlatan sosyopat rejimine karşı çıkanların geleceğe dair umudunu, yıllardır süren ulusunun özgürlük savaşımından gelen genlerinin dürtüsüyle konsolosluğa gitmeden önce, Taksim’de direnenleri görmek… duymak… koklamak… direnenlerin gözleriyle görmek, konuşmak, kol kola girmek istedi.

Galatasaray’a yaklaşırken karnı tok olmasına rağmen çok sevdiği tahin helvasından almak için, markası helvayla iç içe geçmiş, çözülemez bir yumak olmuş, dükkâna girdiğinde iç dürtüsüyle ve görünümünden de yararlanarak İngilizce istediği helvayı alıp parasını öderken, sokağın kalabalığı kadar kalabalık iç mekâna bakıp, satıcıya “işler çok yoğun galiba” diye anlam yüklü bir soru sordu. Satıcıdan “ buranın açıldığı günden bugüne kadar,  hiç böyle yoğun satış yapmamıştık” yanıtını alınca, gülüp Türkçe yanıt verdi.  “Ama bazıları aksini söylüyor…” dedi. Satıcı da “Ha onlar mı? Boş ver sen onları… bundan böyle onlar bir yanda, biz bir yanda, ellerimizde birer çapul,  çapul çalıp, çapul oynayacağız ki daha çok müşteri gelsin dükkana.” Yanıt vermek yerine bu sözlere… güldü,  tahin helvası, biçimli ve dolgun dudaklarının arasından dökülürken… arkası dönükken satıcıya el sallayıp Taksim yönüne yürüdü.  

Galatasaray’a geldiğinde bir tarafta polisler bir tarafta direnişçiler birbirlerine laf ve taş atar, iki tarafın elindeki hoparlörlerden yükselen sesler birbirine karışır ve itiş kakış yaşanırken, kalabalıktan kurtulup Nevizade üstünden Taksim’e ulaşmak için Büyük Britanya Konsolosluğuna giden Hamalbaşı Caddesine doğru hamle etti ama cadde kapatılmıştı. Ccaddeyi tutmuş, köşedeki binaya yaslanmış, kaskını alnına kaldırmış, sakalsız çocuk yüzüyle yorgun ve sıkıntılı, polislerden birine, tüm işveli haliyle Arapça konuşup eliyle aşağıya doğru gitmek istediğini işaret edip,  ona sırt çantasından çıkarıp  bir şişe su uzattı. Polis, şükranla suyu aldı ve geçişine izin verdi.

Balıkpazarından, Nevizadeye oradan da sokaktan sokağa geçerek Taksim’e doğru giderken, Öğüt Sokaktan,  #diren ayolkız, gökkuşağı renkleri altında ve nidalarıyla geçti. Ağa Çeşme Sokak’ta bir elleri palalı bir elleri sopalı, kinlerini bileyip, dilim dilim direniş kesen ve sopalayan kişileri görünce Fransız Konsolosluğu’nun duvarının dibine sindi. Polisin gelip o kalabalığa ve kargaşaya müdahale etmesiyle de Taksim Maksemi’nin Tarlabaşı dibindeki çöp konteynırlarının arasından meydana süzüldü. Heykelin yanına kadar geldi. Çiçekleri ezilmekten koruyan demirlere oturduğunda, direnişçileri kovalayan bir gurup polis ile bir TOMA’nın uzaktan üzerlerine doğru geldiğini gördüğünde o anda aklında son kalan bereket tanrısı, Astart ile el ele Ana Tanrıça Kibele’ydi kirpiklerinin arasından gözlerine yansıyan…
ve onun, bir yandan gözlerini kapayıp, bir yandan vücudunu kavrayan… bir yandan da parktaki yapraklardan dökülen ağıt içi damlalarla yüzünü yıkayıp avuç içi damlalarla onu kutsayan… O an bir de annesinin sözleriydi “sakın oralara gitme, benim kara gözlü kuzum, sakın ha! diye dizlerine vura vura, aynasına yansıyan, … ve yine o anda ellerinde birer kırmızı karanfille, siyah beyaz kefiyelerini sarıp, bağlayıp, yumruklarını sıktılar, Filistin’deki ve tüm dünyadaki kadınlar,  Taksim Maksemi’nin duvarına da Onun, Lobna All Lamii, adını, karanfillerle kazıdılar…
Şimdi de Kate’le devam edelim anlatmaya…
Ataları, dört yüz yıl önce yerleştikleri topraklara tutuklu ve mahkûm olarak gelip, bir yandan özgürleşirken, öbür yandan ruhlarını mahkûm ettiler yerli halk, Aborjinleri, tutsak edip kolonilerine alan yaratmak için onların soylarını kırarken… dört yüz yıl sonra kimliklerini onlara, Aborjinlere, borçlu ataları ile iyi günde de kötü günde de onurlarıyla beraber ve birlikte olan, bir o kadar da hakları için direnen yerlilerden, utanç içinde özür dileyen atalarını yerlileri barıştıran Düş Zamanı’nda doğdu o.
Her şeyin bir anda olduğu, Düş Zamanında doğdu o, artık kendinin geçmişi de ülkesinin geçmişinin içinde… gerçekte ve düşte yaşanan Düş Zamanında doğdu hem şimdi, hem de aynanın ve mekânın ötesinde yaşanan… Aborjin kültürünün inananlarına göre; geçmiş, an ve gelecek aynı andadır, hayatın akışı doğrusal değil, döngüseldir diyen bir Düş Zamanında doğdu o…
Avustralya’daki hocalarının; “ Sen sosyoloji okuyorsun. Burada toplumsal kaynama faktörü sıfır. Öğrendiklerini yorumlamak için sen, sen ol, toplumsal kaynama faktörü yüksek bir ülkeye git ve biraz orada oku da büyü adam ol.” diye Türkiye’de bir üniversiteye gönderdiği, o, güne, evi ile okuluna aynı dalga boyunda yansıyan… boğazın karşı tepelerini tutuşturmaya hazır, evinin çatısındaki limonluğun kirle boyanmış camından, yağmur darbeleri arasından sızan ilk ışıklarını, çıplak vücudunda esrik dokunumlarla gezdiren şemsin,  dudaklarına yansıyan kızıllığında, corroboree, kuş dansıyla selamlayarak başladı.

Gece, evine oldukça yakın İstiklal Caddesinden, evli iki Türk arkadaşı ile dönerken polisin sıktığı gaza maruz kalmış, kaçarlarken durdurulmuş, arkadaşlarının evli olduklarını söylemelerine rağmen, gece vakti kızlı-erkekli ne ararsınız sokaklarda tacizine maruz kalmışlardı. Nihayetinde mevcutlu olarak eve gidip evlilik cüzdanı sayfalarının beyanı, vesikalık fotoğraflarının tanıklığı ile serbest kalan arkadaşlarının kefaleti ve refakatinde evine dönerken, bir yiyen bir daha yiyince bakalım nasıl oluyor?... diyen,  kimyevi maddelerin insanlar üzerine etkisi konusunda doktora yapan polislerden bir  gaz testine daha tâbi tutulduklarında, kendilerini, dışı alaim-i sema rengi boyanmış bir binanın içersinde ebelerinin her renk, her cins, her din, her milletten doğurttuğu, ebemkuşağı renginde, dillerinin, dinlerinin indinde direnişe kararlı mı kararlı, horozu, tavuğu, tavus kuşu, deve kuşu, hindi karışımı, hakiki insanı değil, insanın hakikatini arayan bir topluluğun arasında,  bulmuşlardı.

Gece yatmadan önce, onlarla beraber kaldıkları mekânda, cinsi meçhul insanların iyiliğini ve kararlılığını görünce onlara yardım etmek için mezuniyet tezi gereği yapacağı Orta Amerika gezisi uçak biletini iptal eden o, sabah uyandığında, ivedi yıkanıp, üzerine siyah elbisesini, ayağına kırmızı spor ayakkabılarını giyip Firuzağa Camii önünde tabure üstü kahvaltı yapmak üzere sözleştiği ve birkaç gündür beraber saf tuttuğu arkadaşları ile buluştuğunda kabarık yeleleri tek tip başlık altında kısraklar ile ekmeğini bacaklarının gücünde arayan aygırlardan oluşan büyük bir gurup karışık kan İslam, toynaklarının asfaltta çıkardığı kıvılcımlarla cami önünde yan yana saf tutup, dizginlerini sıktılar… sıktılar ki biteviye gelen gaz ve suya karşı zembereklerini boşaltıp dört nala Taksim’e uzansınlar.
Bunu gören o ve arkadaşları da kulaktan kulağa haberleşme ile Sıraselviler Caddesinde Alman Hastanesinin bir altında turşucunun sokağında konumlandılar. Nihayetinde TOMA’nın tankındaki su fırladığında namlusundan… herkes sarsılırken  o, çıkardı öfkesini kınından ve erguvanların renginden,  salkım söğütlerin sesinden aldığı güçle,  tarttı iki yana açık ellerindeki terazinin kefelerinde gözleri bağlı Düş Zamanından gelen tanrısal gücünü yeniden…  ve direndikçe dayanışma, o dimdik durup, üfledi suyuna ve gazına üstüne gelen ameli gibi tasviri de abes dört teker şeytan kostümüne…

aynı o anda Düş Zamanının döngüsüne giren tanrıçalardı kirpiklerinin arasından gözlerine yansıyan, gözlerine üfleyen… gözlerini kapayıp, bir yandan da parktaki yapraklardan dökülen ağıt içi damlalarla vücudunu koruyup, yüzünü yıkayıp avuç içi damlalarla onu kutsayan… bir de “ tuvaline ince fırça darbeleriyle vurduğum armağanım, gözlerinden öpüyorum…” annesinin sözleriydi aynasına yansıyan… hemen o anda yumrukları sıkılı Avustralyalı kadınlar da onu kuş dansıyla selamlarken, tüm dünyadaki kadınlar, topraklarına ve rahimlerine Onun, Kate Cullen, adını, tohumların bereketiyle yazdılar…
İzmirli Üç Kız var sırada…
Günlerdir ölümlülere yapılan hoyratlıktan ve gaddarlıktan, Spil dağında adeta taş kesilmiş gibi ağlayan tanrıça Niobe’nin kızları, denizi analıkızlı çırpınan, denizanalı denizkızlı sularında, sahilin efendileri martılar ile bir köşe yazarının deyişi ile “sokakları hem kız hem deniz kokan” Kordon’da Üç Kızdı onlar… imbat aynasında ellerinde cımbızla oturan… ağızları limon, göğüsleri turunç kokan… kadife bedenlerini tunca çevirip, kalkan gibi vandalların karşısında duran…

Elbette onlar, kişinin yanındaydı haksızlığa başkaldıran ama o gün onlar, kendileriyle barışık sadece dişiydi ve dövüşmeye değil, sevişmeyi de düşlemeye gelmişlerdi Kordon’a, İzmir’in otuz beş tam bir yarım tarafından… ama o gün sanki sevgi dolu gülüşlerine, gözbebeklerinin arkasında dik duran kişiliklerine düşman ölümlülerden, kötülükler kölesi üç üniformalı tarafından, düşlerinden gerçeğe kopartıldılar… güzeller güzeli dilleri, sözleri, sözcükleri, sürüngenlerin çatal dillerinin zehirli sırından kötü dile, kötü söze, kötü sözcüklere yansıyıp saçlarından savruldular…
işte o an tanrıça Niobe’ydi onların gözlerine yansıyan… dedi onlara unutmayın öğüdümü…
Hades’in yeraltındaki ırmakları iki tanedir,
götürmek için ölümlüleri sonsuz yaşama…
masumlar ve onurlular biner beyaz kayıklara,
diğerleri de biner kara kayıklara…
onlar da karar verdiler ki, sevişe, sevişe, dövüşe dövüşe, beyaz kayıklarla binip, onurlarıyla ulaşmaya sonsuzluğa… ve o anda sol elleri narin bir şekilde gökyüzünü gösterirken, sağ dizlerini kırıp sıyırdılar eteklerini yukarıya… aynı anda sağ ellerinin başparmaklarını, işaret parmakları ile orta parmakları arasına sokup gösterirken üniformalılara… başlarında mor yemenileri ile İzmirli Kızlar da aynı anda sağ ellerinin başparmaklarını, işaret parmakları ile orta parmakları arasına sokup kırk beş derece yukarıya doğru salladılar ve dahi dünyadaki mor yemenili kadınlar… ve meltem taşıdı onların, Üç Kızın,  namını rüzgarlarla yayılan…

-0-

Hüzünle anlatacağım altı can var sırada…  Ethem’le başlayayım anlatmaya…

Aynaya baktığında Baba İshak;  Hz. Muhammed’in ruhunun Hz. Ali’ye, Hz. Ali’den kendisine hulûl ettiğini görünce Çorum, Sungurlu yöresine de gelip el verdi, Urfa, Maraş, Ayıntab, Halep üstünden gelen fedailerine… Ondan sonra da eli hep üzerinde oldu bu topraklarda doğanların bir kısmına… Nitekim o doğduğunda Mardin üzerinden gelen bir gurup, yörede bilinen adıyla, mor govala… diğer deyişle Çorum Çıplağı diye bilinen, taklacı güvercinlerden koyu mavi renkli, beyaz telekli, gümüş gerdanlı gökala güvercin, yedi kere huu, yedi kere dem çekerek, kutladılar ve kutsadılar onu elif elif atarak, yedi kere takla…
Biraz büyüdüğünde, el ele tutuşup korkarak da olsa, ağabey, abla, kardeş, arkadaş, kendilerine çizdikleri Kral Yollarındaki Eski Hamam, Eski Karakol, Taş Köprü gibi eski eser ve kovuklarda koşuşturdular ve kovaladılar, mor govala,  siyah govala, süt beyaz ve çilli güvercinlerin arkasında… hayranlıkla baktılar onlara…  her biri diğerinden zarif ve yarışırcasına hünerli takla atanlarına…
Beş yaşındayken, henüz üniversite mezunu öğretmen babasından
“At, at, kuş, takla at. İki kere at. Üç kere at.”
diye başlayan cümlelere okuma yazmayı öğrenemeden, sünnete karşı olması nedeniyle geçirdiği soruşturmalar sonucunda şehirden şehre savrulan… ailesinin dahi isteği ile hastane odalarında soyutlanıp üç hastane eskiten… sonunda kendini Kibele’nin yaşadığı bakir topraklara doğa neferi olarak tayin eden babasına veda edip, gitti dayısının yaşadığı, Ankara, Mamak, Ege Mahallesine,… burada annesi ekmek derdindeyken, o da girdi ablasının gözetimine…
Hepsi de öğrenmenin hevesinde, öğretmen çocuğu evdeki dört kardeşe, evdeki dört ekmek yetse bile evdeki defter kalem yetişemedi… üç kardeşe bir defter çözüm etmedi… kardeşlerden biri kayıt parası bulamamaktan, biri kardeşlerine kol kanat olmaktan, o da parasızlıktan yarım bıraktılar öğrenimlerini… ne gam?

o da bulabildiği kitaplarla, dergilerle, çizdiği resimlerle, sınıfının bilinciyle hakçasına söylerken öfkesini, korurken daima terbiyesini, biriktirdiği saygı sevgilere donatırken kişiliğini, bu şekilde alıyordu eğitimini… çalıştığı işlerdeki dürüstlüğü, çalışkanlığı ve bilgisiyle tamamlıyor ve süslüyordu el becerilerini… 
Böylece büyüdü ve gelişti. Bu şekilde ortaya çıktı, Sungurlu kırsalında patik kadar bir kelikte, yalınayak bir mont, bir kazak bir pantolon, etyemez, yerden alır, yere koyar kimseye elvermez yaşayan, zenginliği kelikteki kitaplığı, Sungurluluların “Hoca” bildiği, babasından üstünlüğü…
O gün, doğduklarından beri açlığa alıştığı için sadece içtikleri çay ve simitle, kahvaltı edip, aile geleneklerinde olduğu gibi haksızlığa karşı direnişçilerle beraber olmak için Kızılay’a gidip omuz omuza Kızılay’da saf tutan o ve ağabeyi, çatışmadan ırak, tek düşünceleri kötülüklerden arındırılmış berrak bir toprak olanların yanında aldılar yerlerini…  Ama bir anda hamle edip, hedef alıp, nişan alınca masum kitleyi, karanlığın ve yer altı ülkesinin üniformalı güçleri, o ve ağabeyi uzak tutmaya çalıştı şiddetten ve gazdan kitleyi.
Tam o sırada o, başının arkasından gaz kapsülü ile vurulduğunda bile gitmeyip hastaneye, vurulduktan beş dakika sonra başörtülü, küçük bir lise öğrencisini oradan bulduğu bir kalkanla koruyup geçirip de karşıya… Tekrar döndüğünde Güvenpark'ın önüne, düştü bir direğin dibine… yere düştüğünde nadir kişilere yakışan kirli sakalı ile biçimli kaşlarının arasına oturmuş, dünyanın yükünü kaldıran hüzünlü ama bir o kadar da umut dolu sürmeli ve çekik güvercin gözlerinde; kendi kendinden korkan, kendisi ile kavgalı, kendisinden korktuğu ve kendisiyle kavgalı, hedef gözetmeksizin,  dozunu gittikçe arttıran şiddetin, iğrenç yobazlığın ve toplu histerinin gaddar ve hain yüzünü esir aldığı bir polis ve namlusuydu en son kalan aklında…

Düşerken aynanın önünden arkasına, o anda, Çorum Çıplağı mor govala,  siyah govala, süt beyaz, çilli güvercinlerin de gözlerinden düştü birkaç damla… aynı anda süt beyaz tenli, buğday esmeri saçları, onun da sürmeli ve çekik güvercin gözlerinde yaşlarla bir kız, fırlayıp Onun adını haykırarak attı kendini yanına, başını alarak kucağına… aynı anda Sungurlu kırsalında bir adem ile ademin her daim düşünde, dört canına can katan yavuklusu, kaderini kederle haykırırken, adem de lanet etti kara donlu, kara vicdanlılara… ve dahi dünyadaki tüm yiğit ademler sıkılı yumruklarıyla selamlarken Onu, adını, kitaplarına, Ethem Sarısülük,  diye altın harflerle yazdılar…

-0-

Ali İsmail’dir gelen can anlatmaya kıyamadıklarımdan…

Zamanın kaydığı günlerden beri, kuzeyde Amanos, güneyde Cebel Akra ve doğusunda Silpius Dağı’na yaslanmış, Alevi, Sünni, Yahudi, Süryani, Ortodoks, Katolik, insan suretlerinden çiçek bahçesi Antakya’ya şemsin, sabah mahmurluğunda saçlarını taradığı anlarda gelen kuzey kolu leylekleri, şehrin doğusunda, kuzey-güney yönünde akan Asi nehri kıyılarında konaklayacakları yere inmeden önce, her zaman, her yerde yaptıkları gibi, ama bu sefer şehrin kutsallığına koşut ve her yerdeki törensel hareketlerinden daha sessiz, daha düzenli, edep ve erkân içinde şehri selamlayıp, gagalarında Antakya’da o gün bırakacakları torbaları taşıyan leylekler dışında,  Asi nehrine doğru düzenli bir şekilde yöneldiler.
Torbacılardan bir tanesi, itinayla taşıdığı, Zülfikar’ın kılıcı işlenmiş, telkari dokunmuş özel torbayı, Ekinciler Beldesindeki hasır bir sepete özenle yerleştirdi. Ve torbayı orada müjde beklemekte olan, üstü kum rengi ceketli, altı pembe etekli, dudakları sarı kemik rengi, ayakları kahverengi çizmeli çöl toygarına emanet etti. Etti de kuyruğu bir karış havada, aklı alacağı bir avuç müjde darıdaki toygar, ‘dii-liiut, dii-liiut’ diye ortalığı anında velveleye verip cümle ev halkını müjdeye ortak etti işte böyle doğdu o.
Şelale’de balık,  Beşikli Mağara’da saklambaç, bir elde oruk, diğer elde künefe, biri diğerine bir fincan kahve uzatımı kadar yakın evlerin sokaklarında, Antakya’da, mutlu geçen on dokuz yıldan sonra… İnşaatlarda çalışan babasının terinden, anasının sevgisinden artan ve akanlarla büyüyüp, onun da eli ekmek tutsun da kendi terinden ve elinden akanlarla anası babası rahat etsin diye Eskişehir’e üniversiteye gitti İngilizce okumaya… öğretmen olup canları okutturmaya… biraz da çibörek, met helva, balaban köfte tadıp, tattırmaya, gitti kerpiçten biten çağdaş bir şehrin canları ile can olup, karanlığı aydınlatacak canlar olmaya, aydınlarından el alıp, el vermeye…
Sadece budur, onu yurdun bir köşesinden, diğer köşesine taşıtan… Budur, onu neresinde olursa olsun yurdunun her karış toprağına sahip çıkartan… Aramasın altında başka bir şey de önce aynadaki suretine baksın her bir karış toprağı yağmalayıp, çirkefini ona, onlara ve ortalara bulaştıran…
İşte bu nedenledir ki direnişin Eskişehir’de de sürdüğü günlerden o günde,  o da beş arkadaşıyla beraber paylaştıkları evden arkadaşlarından en çok anlaştığıyla beraber çıktılar sokağa… Daha sonra başka bir arkadaşıyla buluşmaya giden o ve arkadaşı Yunus Emre Caddesinde durdurulunca polis barikatlarıyla, o ve onlarca onlar da durdular polisle karşı karşıya… bir taraf biz ne yaptık ki bakışlarıyla, diğer taraf siz ne yapmadınız ki bakışlarıyla… ve dönünce o bakışlar,  şimdi canınıza okuyacağız sizin bakışlarına… copları, kalkanları, gazları ve tomaları ile kalkınca hücuma… biz ne yaptık ki diye bakışanların da bir kısmı kaçıştılar Gürman sokağa, o ve tanımadığı bir genç, sonradan medyaya düşen satırlardaki adıyla Doğukan, kaçtılar önce Sanayici sokağa, oradan da saptılar Sanayi Sokağa…
Tam o anda, yani onlar kaçarlarken saldı zincirini Hades, karanlıklar dünyasından… sokakların karanlığında elleri yılan, gözleri şeytan, egemenlerin kapısındaki bekçi Kerberos’un dölünden düşmüş iblisleri arkalarından… ne yazık ki daha önceden hazırlanmıştı onun kaderi Hades tarafından… fırınında kötülüğü mayasındaki kötü kanla yoğuran fırıncı kılığına girmiş bir diğer iblisin kendisine çelme takan ayağından… ve yalnızca altmış sekiz saniye sürdü, karanlık yüzlü, yılan elli, şeytan bakışlı, ellerli sopalı iblislerin darbeleri ile tekmeleri onu bayıltan ve bayıltıp kaldırımın üstünde bırakan… Yeniden kendine geldiğinde eli sopalı bir tanesi ile girdiği sessiz söyleşi ardından kafasına ve beline birer darbe daha aldıktan sonra Asarcıklı Caddesi’ne doğru uzaklaştığında bir otelin kaydına girmişti ki; kayıtları bir okus pokus ile yok olup, Kibele’nin ak sütünü emmiş bir savcı tarafından ortaya çıkartılan…
Bir tramvay durağına otururken ev arkadaşları, o’nu bulduklarında ve daha sonra gittikleri hastanenin doktorunun kas gevşeticilerle iki veya üç günde bir şeyinin kalmayacağını söylediğinde, ne yazık ki kafasındaki kayıtlar silinmişti bir daha geri gelmeyecek kadar…
Otuz sekiz gün kaldığı komadan sonra yürüdü şemsin yolundan… ve karanlığın gücüne inat, heykelinin avuçlarından her daim su içecek, kızıl ardıçlar, kır incirler, serçeler, alacakargalar, keten kuşları, ispinozlar, sakalar, kırlangıçlar, kumrular ve de güvercinlerle beraber ilelebet yaşayacak o, ak ve karaleyleklerin kanatlarında, anaların kucağında yürürken şemsin yolunda, her dilden, her dinden, her sokaktan, yükselen, dalga dalga yurda yayılan dualarla, oğullar  ve kızlar analarının bağrında, oğullar ve kızlar analarının ve babalarının kollarında, göz yaşları boğazlarında, hepsi omuz omuza saflarda, yumrukları havada onu kuşların kanatlarında taşıyıp Onun, Ali İsmail Korkmaz adını yazdılar şemsin yoluna
-0-

Mehmet’tir gelen can yere göğe koyamadıklarımdan…

Hacı Bektâş-ı Velî’nin elinin değdiği,  suyunu okuyup üfleyip içtiği, kokusuna karıştığı, şemsine gönül verdiği yörelerin birinde, ayvalıgillerden bibisinin söylediği  “Gül yüzlü sevdiğim…” türküsüyle ana rahminden dünyaya düşmüştü o.
Ahl al-Baytı esas alarak yetiştirilmiş, gönlünü temiz tutmaya, gözüne ve nefsine sahip olmaya gayret etmiş, önü sıra yolunu kesen, yapışık nizam, çam kese tırtılları bile yaratan bilip ezmemiş, özünü fakir, hizmetini zengin tutmuş, yediği ekmekte, içtiği suda anasından, babasından daha çok hakkı olduğuna inandığı, yaşadığı yörenin adına da bin şükran bin minnet, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın çocuğuydu o.
 
Biçimli uzun yüzüne oturan, insanın içini ısıtan sürmeli derin gözleriyle, yaşadığı yerin geleneği gereği darda kalana, düşene anında ulaşan… babasının zayıflayan kalbi nedeniyle ekmek nöbetini devralıp, pazar tezgâhlarında evin kesesini koruyup kollayan… ablası ile abisine okul yolunda harçlık çıkaran o, o günün akşamında, yoksul evinin yükü yanında sürgünlerin, dışlanmışlığın, kırımların ve acıların da yükünü taşıyan evlerinin merdivenlerden koşarak aşağıya inip, ayakkabılarına uzandığında, anası silme gövde durdu karşısında… “dışarı çıkamazsın…” dedi. ”Neden?” dedi. Anası “çünkü sana uğruna her şeyi reddedeceğini bildiğim mercimek çorbasıyla, karışık dolma yaptım, ama henüz pişmedi pişsin, ye de öyle git…” dediğinde “ana, biliyorsun her yerde direniş var. Ben yemeği üzerim,  arkadaşlarımı üzemem, onlara söz verdim, yürüyüşe katılacağım. Yoksa ben, benimle bozuşur aynada bile yüzüme bakamam” dediğinde daha önceleri oturdukları yöredeki arazi mafyasına karşı dövüşüp sokaklarını temizleyen neferlerden biri olan anası, “gitme,” diyemedi yoldaşına, “gitme,” diyemedi oğluna. o onu, o da onu öptü ve o evden çıktı gitti.
E-5’e yakın postanenin önünde arkadaşlarıyla buluşup, E-5 ulaşmak için yüzleri Kadıköy’e, yumrukları göğe, gözleri ileriye, yürekleri her yere yürüyüp, sonra sağa sapıp, ‘iyi ki’ Yavuz Sul’a’tan Selim değil, Fatih Sultan Mehmet Caddesi üzerinden E-5’e çıktılar. Yol güvenliğini buldukları her engelleyici nesneyle sağlayıp yolu kapadılar. Tam yürüyüşe başlamak üzereydiler ki; siyah camlı beyaz bir araç, sinsice çıktı da deliğinden, tereddütsüz ona çarpıp, yolun diğer yanına düştüğünde, tutundu açılır gibi olan kapının eşiğine… ama ne yazı ki, arkadan gelen başka aracın da çarpmasıyla açıldı Marifet Kapısı ve aldı alçakgönüllü, kimsenin ayıbını görmeyen, iyiliği esirgemeyen, yaratılanı seven, gerçeği arayan, kulunu… aynı anda parmaklarını suya değdirip gönlünü temizleyen canların, sağ elleri yüreklerinde, “Yine mi figan var dostların anısına” dudaklarında selam durdular ona… ve sazın perdelerinden yayıldı, Onun, Mehmet Ayvalıtaş’ın adı, dalga dalga her yana…
-0-

Abdullah’tır bir diğer can, canımı acıtan…

Zamanın kaydığı o günün ertesi günü Asi nehri kenarında geceleyen bir gurup kuzey kolu leyleği daha gagalarına torbalarını alıp düzenli bir şekilde yeniden Antakya’nın merkezine doğru yöneldiler.  
Torbacılardan bir tanesi itinayla taşıdığı, üzerinde yine Zülfikar’ın kılıcı işlenmiş,  Dorylaion yazılmış ve telkari dokunmuş özel bir torbayı bu sefer de Gazi Mahallesi’ndeki hasır bir sepete aynı ritüellerle özenle yerleştirdi ve torbayı o an orda müjde beklemekte olan, üstü pas rengi redingot ceketli, pantolonu sarı renkli, dudakları gri, ayakları çıplak, karabaşlı kiraz kuşuna emanet etti. Ettiğinde ceketini şöyle bir sağdan sola savuran, üstü kaval altı şeşhane, kadınları kara türbanlı, erkekleri kara kefiyeli, kiraz kuşu ailesi, ev halkına verecekleri alacakları bir avuç müjdeye ortak etmek için cümle âlem çinte aşiretlerini ‘ tyip-cüp, tyip-cüp ’ diye, çağırarak ortalığı anında velveleye verdiğinde doğdu oMahallenin ortak aklında, çintelerin sesinde  Abdocan.
Buğday tarlasında büyüdü tarladaki ağacın altında… anasından emdiği süt burnundan geldiğinde ekin biçiyor, düven biniyor, balya bağlıyor, evin ekmeğinde emeğini yoğuruyordu. Yedi yirmi dört, iş, iş üstüne, boş durmayıp çiçek buketi bağlıyor, döner dilimleyip yarım ekmeğin arasında uzatırken, ertesi gün döner-ekmek elinde kum karıp beton döküyor ki inşaat bitince kapısına bekçi olsun, gelene, gidene göz atıp güvenliğinden sorumlu, ekmeğinden doyumlu olsun. Bir de bitirirse açıktan liseyi, görebilirse gözleri üniversitedeki amfiyi, bitirince iyi yaşatacak annesini…
O gün de akşama doğru işten eve geldiğinde, güvenlik şirketinin tek tiplerini soyunup, sivillerini giyindi keyifle… keyfinin nedenine gelince, ‘tehlikenin farkında ve kırmıştı artık Türkiye korku çemberini’ herkes kendi düşüncelerine göre… Hazırlanırken dışarıya çıkmaya, annesi dikildi karşısına “Oğlum gitme. Bugün pazartesi. “ dedi. Yanıtı “Ne olacak yani bugün her hangi bir gün, adı da pazartesi… var mı pazartesi günleri sokağa çıkmama emri? …” oldu. Anası dedi Yok oğlum bizim için bugün iyi değil. Hasan, Hüseyin o gün doğdu, o gün sefere çıktı, o gün öldü.” Yanıtı “ Allah ne yazdıysa o olur.”  O anda abisi de geldi. O da “Abdocan gitme.” dedi. Yanıtı “Peki, bari bir bakkala gidip geleyim. ” beyaz yalanıyla çıktı dışarıya. Kapıda bekleyen arkadaşları ile tokalaşıp hep beraber yürüdüler Ay Sokak’tan Armutlu’ya, Gündüz Caddesi’nde yoldaşlarını bulup, geçtiler ön saflara… arkadaşlarını korumaya, kışkırtıcıları kovalamaya, polisi de kollamaya…
Yetemiyorlardı ki bu çabaya… Neyse, yeni gelen çok büyük bir gurup eylemin kontrolünü alınca, o ve yoldaşı çekildiler kenara…  ve yarım saat sonra polisin müdahalesi başlayıp da ortalık karışınca Elmas Sokak’tan kaçıp, kıvrıldılar Söğütlü Sokağa… nefes nefese koşarlarken mahallerine doğru, aniden, gerçek akreplere ayıp, bir akrep çıktığında karşılarına, bilmem kaç metre bölü saniye hızla hedef gözetilip, hedefe kilitlenmiş bir gaz kapsülü gelip, fırlattığında onlara… o, bir daha kalkmamak üzere düştü yere… ve aynı anda Antakya’da Habib-i Neccar Dağında, Asi Nehri kıyılarında, cami, kilise, havra damlarında, bilumum bacalarda konaklamış leylekler kaldırıp başlarını bin bir kederle takırdadılar… ve o anda çıktı Zülfikar ağlayarak kınından…  döküldü, Onun, Abdullah Cömert’ın adı, gözyaşlarıyla leyleklerin yanaklarından…
-0-
O da bir candır, adı Mustafa, suyun öte yanından…
Güneş Tanrıçası Arinna’nın hükmettiği topraklarda doğmuştu o. Baba yarısı komşularını emmi bilmiş, ana yarısı komşularını bibi bilmiş, imecelerinde büyümüş… ebelerin görmüş geçirmiş gözlerinden, ellerinden tat alıp güneşte pişmiş tarhanaları kaşıklamış, ağaları ile zeytinliklerde zeytin sıyırmış, narenciye bahçelerinde portakal toplamış, Ceyhun nehrinde balığı cevizin yeşilinde avlamış… Amanos dağlarının geçitlerine nöbet tutup Hititlerle başlayıp, bölgeye Şugur-u Saimiye adını veren Harun Reşit Kalesinin burçlarından iliğini emip kemiğini Haruniye adını verdikleri ilçenin sakinlerine fırlatan Abbasilerden sonra,  Haçlı Seferlerini de görmüş… en sonunda Osmanlının üstünden geçtiği toprakları, işgalden kendi imecesiyle kurtarmış Cumhuriyetin çocuğuydu, o… aynı zamanda devletin ve ordunun da koruyucusu Tanrıça Arinna’ya bağlılığıydı onu Polis Akademisinin parlak bir öğrencisi, sadece insanlık ve vatandaşlık haklarının korunmasına adamış bir insan yapan...
İstanbul’daki Gezi Olaylarının ülkedeki tüm illere de sıçraması ve yayılmasıyla olaylara yetemeyen Çevik Kuvvete günlerdir gece gündüz destek veren Asayiş Şube Müdürlüğünde görevli komiserlerden biri olarak ilk defa dün gece eve gelebilmiş… gece gülen gözlerinin ikizi, hayatının yoluna baş koymuş, gülen gözlü öğretmen eşi önüne aş koymuş… tasada ve kıvançta birlikte olmaya aday aile üyesi ile ana karnında yemek yiyip, sohbet etmişlerdi.
Sohbetlerinde emeklerinin terini akıtan gözleri her zamanki gibi güleçti.  o, baba olacağı için gururlu ve sevinçli, eşi, canından can alana taşıdığı sorumluluğun bilincinde çok sevinçli ama gözlerinden aynalarının sırına yansıyan düşüncelerinde; her ikisini de ülkedeki sermaye ve iktidarın el değiştirmesi süreci içinde hedef alınan çalıştıkları kurumlardaki geriye doğru ivme kazanan iş yaşantıları ile doğacak yavrularının ‘aydınlık mı olacak?’ geleceğinden endişe içindeydiler.
Sabahın alaca karanlığında uyandığında görevi gereği hemen toparlandı, uykusunda bile gülümseyen eşinin alnına bir öpücük kondururken, bebeklerine eşinin inci gibi gülümseyen dişlerinin aralarından “gün aydın olacak inşallah bebeğim” diyerek, ona, babalar çok bilir dağarcığındaki güzellemelerin ilkini  yolladı. Dış kapıyı yavaşça kapadı.
Sokağa çıktığında şemsin, gözlüklerini odaklayan,  gözlüklerinden yansıyıp yaseminleri vuran ve dört bir tarafa yayılan ışık ve yasemin kokuları ile birlikte kollarında sevdiği ile yatmak varken, göreve gitmenin zorluğu ayaklarını durdurdu… zorunluluğu ise ayaklarını zor bir güne doğru bir daha doğrulttu… Emniyetin servis aracına son anda yetişip, “halk için emniyet, adalet için hizmet” sloganında halka inat, halktan uzak, namahrem kafeslerle donatılmış araçtaki boş koltuklardan birine kendini bıraktığında,  ruhu da kapandı namahrem kafeslerin ardına…
Emniyete gelip üniformasını, silah ve gereçlerini kuşandığında içine çökmüş sıkıntıyla, Adana Garının etrafındaki caddelerden, Atatürk, Cevat Yurdakul, Mustafa Kemal Paşa’da kümelenmiş, Sular Mevkii’ni üs eylemiş, bir yandan saf tutmuş, bir yandan taktiksel hareket halinde, ellerinde bayraklar, ellerinde bağırlarından boyaya, boyadan fırçaya, fırçadan özdeyişe dökülmüş pankartlarla bir sürü genci kontrol etmeye görev alan meslektaşlarıyla görev aracına binip, meslek diliyle olay yerine intikal ettiler. Göstericiler kadar meslektaşları da gergindi. İçlerinden çoğu, neyi, neden koruduklarının yanıtını veremediklerinden ki; birisi de kendisiydi, oldukça hoş görülü davranmaya meyilli ise de uzun süren karşılıklı bir bekleyişin ardından, nereden, nasıl, niçin, neden ve kim tarafından atıldığı bilinip de bilinmeyen, bir kaç el silah sesiyle ortalık karıştı.
Açılan ateş, sıkılan gaz, üstlerine ‘kimyevi sulu’ sepken su sıkan TOMA’lar karşısında kaçmaya başlayan göstericileri kovalamaya başlayan meslektaşları ile beraber harekete geçip kovalamaya katılan onun sağ olsaydı hatırlayabileceği son şey, Sular Mevkii’ni oradaki alt geçit inşaatına geldiğinde, kendisine dikkat etmesi için uyaran arkadaşına, ne dediğini anlaması için kafasını çevirdiğinde ayağının kaymasıyla üst geçit inşaatından aşağıya doğru düşmesiydi ki… aynı anda Tanrıça Arinna çıkardı kaskını başından, çıkardı silahını kılıfından, söktü attı polis teşkilatının simgesini üniformasından ki, usulca koyabilsin diye onu, onun gibi dürüstçe yaşamaya çalışanların arasına… ve aynı anda tüm göstericiler de baş eğip selam verdiler bu adama… ve onu yetiştiren ana ve babaya… ve aynı anda selam verirken doğmamış bebeğin, babasına… ve Onun, Mustafa Aydın’ın onurlu adını, verdiler henüz doğmamış olana…
-0-
Altı canın en küçüğüydü o Berkin’im yere düşüp de hala gözlerimi yaşartan, anaların avuç içini gözyaşlarıyla doldurup toprağa bereketini bırakan… 

Antik çağlardan beri yaşadıkları topraklarda yokluğu, yalnızlığı, çaresizliği, başkaldırıyı, ihaneti görmüş, ihanete ermiş… oğullarının çoğu açık, gizli ve kara savaşlarda ölmüş, kalanları sürülmüş, dama düşmüş… geriye kalan bir avuç yaşlı, kadın ve çocuk giderek dağılan ve el konmuş hayvanlardan uzağa, yanmış tarlalardan sokağa düşmüş…  Zerdüştçü iyimserliğin ifadesini temsilen, sonunda mutlaka zafer kazanacak Ahura Mazda’nın koruyamadığı çocuklarından biriydi o, annesi Dersim’den, babası Tokat’tan İstanbul’a savrulan
Onüç tam bir bölü iki yıldır yaşadığı evlerinin, iki ablasıyla yattığı, bir göz odasında, gördüğü düştü, o güzelim sürmeli eşek gözlerinin, üstündeki kara kalın kemer kaşlarının arasından sızarak onu uyandıran… düşünde, belalısı Zargana Mehmet’i yem, çete arkadaşları Baran’ı hâkim, Dengbej Celal’i öğretmen, kendisini de inşallah doktor eden koruyucu melek Faravahar’dı ona görünen… Uyandığında ise bin bir şirinlik ve daha çok çalışacağı sözleriyle, mezuniyet töreni için aldırdığı ceket ve pantolonu bile görmezden gelip, her evdeki pazar sabahının o gösterişli töreniydi burnuna sucuklu yumurta kokularıyla gelen… hemen fırladı odasından dışarı, üstünü başını bile merdivenlerde giyerken, sıcacık taze Pazar ekmeğini fırından alma kutsal görevini ifa etmeye giderken…
Direnmeye devam edenler, mahallenin afacanı, ama karakteri de bir o kadar berkin, tanıdıkları Berkin’i “Caddeye çıkma,  gelişigüzel biber gazı ve plastik mermi atıyorlar! Ek olarak bir arkadaşı da “gitme” diye uyardığında, istismar edilen, kullanılan, aldatılan çocukluğunun en doğal saflığında ben çocuğum, bana atmazlar kidediği anda, bir biber gazı bombasının kapsülü isabet etti başına…
Duran kalbi otuz beş dakika sonra çalıştırılan, defalarca ameliyat olan, yaşaması mucize, bir hortum ve iğneyle beslenen, makineyle nefes alan, acı duyan ve ağlayan, yoğun bakımda hala yaşam mücadelesi veren o, o anda yere düşerken, aynı anda Zerdüşt melek Farahvar’dı onu kanatlarının üstüne yatırıp koruyup kollamaya başlayan, bir yandan da o parktaki yapraklardan dökülen ağıtiçi damlalarla onu kutsayan… ve yine o anda ellerinde birer kırmızı karanfille, kırmızı yemenilerini bağlayıp, yumruklarını sıktılar, o 16 Haziran günü, tüm dünyadaki kadınlar… ve tam iki yüz altmış dokuz gün sonra şemse yürüdüğünde Onun, Berkin Elvan’ın adını, tüm kadınlar sol memelerinin üzerine yazdılar.
-0-
-0--


Yorumlar
-----------
Yaşşa :)) / Çok güzel..ne diyeyim :))  / Yaaa canım Mehmet ağlattın beni..teşekkürler :)

Gülçin Atıcı 08.04.2014, 22.04.2014 ve 11.05.2014

Hep beraber sağlıkla,

Mehmet Altın 08.04.2014

Teşekkürler Mehmet. Bu yazı dizin de muazzam olacak. Lobna ve diğer canların hikâyelerini zevkle okuyacağız.  Tekrar teşekkürler.

Tülin Koray 08.04.2014

Sen bu mesajı çekerken bana, ben, Yılmaz Mete, Esin Bayatlı, Erhan Günsoy, Ünal Savaşan, Lütfü Mısırlıoğlu, Nilgün Koparal, Sevinç Özalp, Kenan Tümer ile beraberdik hep birlikte... e tabii senin de adın geçti dedikodu faslında… Yazıma verdiğin yanıt için de bin şükran sana... kal tasasız ve sağlıkla.

Mehmet Altın 08.04.2014

Mehmet, sevgili kardeşim, eline yüreğine sağlık. 8 Nisan'da gönderdiğim mail’de de belirttiğim gibi çok güzel bir dizi oldu. Pek çok teşekkürler, selam ve sevgiler.

Tülin Koray 05.05.2014

Ben de sana teşekkür ederim kardeşim. Geçen Mayıs'tan Ufuk'la ben beri sofrayı kurduk, o dayanamadı yattı uyudu ama ben hala beklerim.  

Mehmet Altın 06.05.2014

Teşekkürler Mehmet. Çok güzel bir hediye oldu. Ben de Ufuk arkadaşımın anneler gününü kutluyorum. Ayrıca tüm annelerin ve 'ana yüreği' olanların Anneler Günü kutlu olsun. Selam ve sevgilerimle.

Tülin Koray 11.05.2014

Ohhh be şükür kavuşturana. Nerelerdeydin be Altın Biraderim bunca zamandır? Gezi Destanı sensiz yazılır mı hiç. “ 36 kısım tekmili birden “ değil ama peyderpey yayınlanacak 36 bölümlük- Hayır, belki de 31 Mayıs’ı çağrıştıracak 31 bölümlük- ismi bilinen ve de bilinmeyen onurlu Gezi İnsanlarının hikâyelerini senden kaleminden okumak bu günlerde çok iyi gelecek bize, yarınlara umutla bakabilmek için… Özlem ve merakla.
Sadık okurunuz; Cennet Datçalı Şişman Efe   Şükran sana...

Tuğrul Ünsal 08.04.2014

Şükran sana…

Mehmet Altın 08.04.2014

Son okuduğun kitap diye baktım… yazarın ismini aradım… anlatım tanıdık geldi… ve… bildim. Diğer satır dizelerini sardığın yumağı çözüp, anlatı örgüsünü şekillendirip bizlerle paylaşacağın süreci hoşlukla izliyor olacağım arkadaşım. Tekrar takdirlerimle,  tevazuuna, kelimelerle oynayışına, tasvirlere anlam yükleyen düş gücüne ve daha onlarca güzelliklere.
Nur Şenbay 08.04.2014

Yorumuna yazmak istediğim yanıtın içini bir türlü dolduramadım... yazdım sildim. Yazdıklarımı yeniden dizdim, yine beceremedim. Sayfa sayfa yazan ben, teşekkür ederken aciz miyim, neyim? Bildim... yazan, yazanı görünce kalemini saklarmış ondandır dedim. Ben, sana çok teşekkür ederim.

Mehmet Altın 08.04.2014

Lobna çok şükür ki yaşıyor… anlatı dizisi keşke masal olsaydı. Gerçek mekanlarda yer alacak gerçek karakterler ve ülkemin insanları o kadar acı çekmeselerdi… ama birilerinin gelecek kuşaklara yaşananları anlatması gerek… yazarak, müzikle, resimle, teşekkürler Mehmet.

Nur Şenbay 11.04.2014

Teşekkür eden, teşvik eden, sen, sana, siz, sizlere de bin şükran... Umarım, çocuklarımızın kalem ve klavyeleri sadece güzel günleri anlatacak.

Mehmet Altın 11.04.2014

Dört teker şeytan kostümü..TOMA..harika..biraz yorucu ama ilginç.. paragrafların sonunda konu bütünlüğünü sağlayan son söz dizisini okuduktan sonra, ifadenin yan öğelerinin kendi içlerindeki hikayelerine dönmek gereğini duydum,merak uyandıran, sürprizlerle dolu bir anlatım..durmak yok, yola devam..

Nur Şenbay 14.04.2014

Gürültücü müjdeci kiraz kuşlarının Abdocan’ın geldiğini müjdelemelerinin üzerinden geçen senelerin son gününde, Zülfikar nasıl ağlamasın ki, o gün akrebin ölümcül zehriyle, kalleşçe alınan Abdo nun canına..

Nur Şenbay 29.04.2014

Ağlar... Zülfikar'ın kınından dökülen damlalar, ağıta dönüşür... dolar anaların avuçlarına toprağa düşer, dere olur, büyür ağaçlar... o zaman da Abdocan, yiğidim nasıl da boy atıp serpilmişsin der analar...

Mehmet Altın 29.04.2014

Ağıt damlalarını şimdi anladım..hissettiklerini, yaşadıklarını yazıya dökebilmek kalıcı güzel bir yöntem..bende hep istemişimdir, illaki roman olması gerekmiyor. ellerine, yüreğine sağlık arkadaşım.

Nur Şenbay 08.05.2014

Daha dikkatli ve istekli yazmama neden olan, duyarlı ve ince satırlarına bin şükran... kal tasasız ve sağlıklan...

Mehmet Altın 10.05.2014

İzmirli üç kızı okudum. Çok beğendim.

Sevinç Özalp Torerler 14.05.2014

Mehmetçim duygulanarak şaşırarak ismi geçen herkesi tekrar anarak heyecanla okudum..Çok çok güzel ellerine sağlık..

Emel Seven 14.05.2014





En başta Şeyh, sırasıyla dervişler,
Yedi gönül mertebesiyle, yedi gönül dizilmişler,
Toprağın sırında kök salan haktan el alıp,
aynasında yansıyan hak ile bir olup göğe doğru ermişler… 

Bakıp da görebilen gönül gözüdür önce gören, sonra gözdür bakıp onu gören...
Ben de yazdım bütün bunları hakiki insanı değil, insanın hakikatini ararken duvara…
----------------
Mehmet Altın,
06 Nisan 2014