Mehmet Altın
KiBELE’nin
AĞAÇLARINDAN
“ Ağıt içi Damlalar ”
Anlatı
ÖNSÖZ
Beni, ilk bölümünü altı nisandan itibaren yayınlamaya başladığım, bu
anlatıyı kaleme almaya, ağıtları yüreklerimize, gözyaşları gözlerimize yansıyan
anaların yüreklerindeki acıdır, canlarından can koparan... bu nedenle, alaca karanlığın iyiden iyiye çökmüş
olduğu ülkemize ışık tutan canlara ve analarına,
canı yanmış analarla, canı yanmış anaların omuzlarına baş koymuş analara, anası
ağlamış analara, esirgeyen ve kollayan analara, tasada, neşede ve kıvançta,
yediğimiz aşta, içtiğimiz suda, güneşin yolunda beraberliğinden onur
duyduğumuz, eşimiz kadınlara, dostumuz kadınlara, arkadaşımız kadınlara, yoldaşımız
kadınlara, analarımıza, ana yüreği olanlara, Anneler Gününde bin sevgi ve
şükranla olsun armağan...
--------------------------------
11
Mayıs 2014, Mehmet Altın
Sorarım anneme akşamları
çan seslerinin ardından gizlice,
nasıl yorumlamalıyım günleri
ve geceye nasıl hazırlanmalıyım diye.
Derinlerde yatan tutkum hep
anlamak ve anlatmaktır her şeyi sonuna dek,
çevremde dolanan onca ezgiyi
akorların içinden seçmek.
Birlikte kulak veririz hafiften:
annem yine düşlemektedir beni,
bulur, eski şarkılardaki gibi
ruhumdaki majörleri, minörleri. (*)
-----------------------
Ingeborg Bachmaan
Ceyda Sungur, Lobna All Lamii,
Kate Cullen, İzmirli Üç Kız,
Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz,
Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert,
Mustafa Sarı ve Berkin Elvan’ın
anılarına, analarına…
|
(*) Ertelenmiş Zaman, İyi Şeyler
Yayıncılık, Kasım 1993, s.10
KiBELE’nin AĞAÇLARINDAN
“ Ağıt içi Damlalar ”
Yaza karılmış bir deste
günden düşüp Kasım ayına sıkıştırılan, ayın ilk beş gününden biriydi. Yüreğimin
gözü, yanılsamalara dolu denizde, yeşil gözlü istiridyenin kabuğunun aynasından
yansırken, aynı anda ben de denize usulca süzülürken, denizde ne kadar yeşillik
varsa ellerinde, denizanaları da aynı şekilde süzüldüler benimle… anlam
veremedim ama sanki hepsinin gözleri yaşlı mı ne?
Güneş, boynuna dolanan
bulut kümelerinin altından, üstünden, aralarından sızan kızıl sarı saçlarını, bir de
onlar Burgaz’ın tepelerine dolanmasın diye atkuyruğu yapıp toparlarken ben de denizanalarının
ritmik saçak darbeleri eşliğinde, istiridyenin, Kaşık Adasının ucundaki Fahrelnisa
Zeid eflatunları, mavileri, lacivertleri ile yeşillerinin armonisindeki evinin bahçesine
ulaştım. Toplanıp bir araya gelmiş, fısıl fısıl kulağıma gelen istiridye, midye
ile şeytanminareleri seslerinin yumağı arasından dostum yeşil gözlü
istiridyenin son sözcüğünün ucundaki harfi yakalayıp, başladım sözcükleri ayırmaya
bir yandan da anlattıklarının satırlarını sarmaya…
Sözcüklerini sarıp,
cümleleri yerine oturunca, satırlar alt alta sıralanıp, satırlarla, satır
araları okundukça, yeşil gözlü dede istiridyenin çenetleri sıkılı, kızgın, yorgun
ama bir o kadar da umutlu sözleri cümlelere… cümleleri satırlara… satırlardan
habbelere… habbelerden damlalarla Ana Tanrıça Kibele’nin ağaçlarının altında ağıta
yatmış anaların avuçlarına dökülüp, parmaklarından aşağıya yayıldı toprağa… topraktan
süzüldü kılcal kaynaklara… kaynaklardan yayıldı hayat veren derelere…
derelerden yayıldı hayat dolu denizlere… denizlerde buhar oldular yayıldılar
göğe… gökte her biri birer alfabe damlası, elif elif yağmur oldular yine
yağdılar toprağa yurdumun coğrafyasına…
-0-
Ceyda ile
başlayalım anlatmaya…
Saatli Maarif
Takviminde, ilkokul çağı çocukluğumu sürdürdüğüm tekdüze günlerimizi
değiştiren, üniversitede okuyan ağabeylerimizi heyecan ve merak içinde beklediğimiz
olaylı günlerin ardılı bir sabahın köründe, gür ve tok sesli bir duyuru ile
başlayan, apoletli ve paletli darbeli günlere denk gelen, 2013 yılının Mayıs ayının
son takvim günlerinden biriydi.
Düşümde gördüğüm,
kendisine ihanet eden, sonrasında pişman olan sevgilisi Attis’in, kendi kendini
cezalandırmak için cinsel organını kesip acılar içinde kıvranması üzerine
Attis’i bir çam ağacına dönüştürüp acısını dindiren, her zaman yeşil kalmasını
sağlayarak ona sonsuzluğu bağışlayan Kibele’nin gözyaşlarıydı, avuçlarımdan
dökülüp, saçaklarımdan denize yayılan… Hayırdır inşallah deyip, kabuklarımı
açıp sabah mahmurluğu ile gerindim ki; onunla gördüm olanları… onunla duydum
söylenenleri… onunla söyledim sözlerimi… onunla kokladım devinimleri… onunla duyumsadım
direnenleri…
Adeta, kızıl kabuklu
bir pinanın zarafetindeki onun, o gece yatmadan önce aklı, onurlu, sevecen,
gözleri ışık yayan, kendileriyle barışık öğrencilerindeydi… şehrin en önemli meydanının yanında kalan son
bir karış toprağı, namıyla gezi parkını yağmalamasınlar diye orada, parkta
çadır kuran…
Yine o gece, her
zaman olduğu gibi öğrencilerinin çadır kurduğu yerin hemen yanındaki, kendileri
gibi umudu ve aydınlığı sırt çantalarında taşıyan öğrenciler… içleri boş
kendilerine âşık makaron kızlar… salya sümük sırnaşık sarsak delikanlılar… ekmekleri, para ile şişmiş, şişirilmiş iki dudağın
insafında, arzuları boş cüzdanlarının dikiş aralarında, geleceklerini pembe düşlerde
kurgulayan işçi kızlar ile delikanlılar… boşluğa kilitlenmiş solgun gözleriyle
dilleri ve dirilikleri, avuç içi torbada mahkûm tinerciler… ekmeklerini kapalı perdelerin arkasında çıkarıp, işini kapı
ardında bırakıp, kimliklerini bazen hüzünlü bir gururla bazen de hoyrat bir
saldırganlıkla taşıyan orospu, pezevenk ve kadın adamlar… malı ve aklı
müşterisinin gözlerine ve sözlerine ayarlı, sütre gerisine yatmış, azı zaman
babacan, çoğu zaman holigan esnaflar… kişiliğini saf
çocukluğunda bırakıp, halkı dolandıran, her bir karış toprağı yağmalayıp, çirkefini ortalara
bulaştıran, sonra da seccadeye alnını dayayıp, affa sığınan, namusu, apış
arasında arayan ucubelerle, insan genel sıfatında insanlarla doluydu yakın uzak
sokaklar ve yakın uzak her metrekare meydan…
Sabaha karşı,
düşünde onun son gördüğü, Kibele’nin
gözyaşlarıydı… endişeli ve korku içindeki yeşil yapraklardan dökülüp, yoğun bir
sis tabakası altında çadırların üstüne dökülen…
Fırladı yataktan
bir öğretmende değil çocukları tehlikede olan bir ananın içgüdüsüyle,
gardıroptan eline ilk gelen elbiseyi giydi… hiç bakmadan şekline ve rengine,
çocuk görünümlü dolgun bedenin üzerine… Kişisel eşyaları: cüzdanı ve telefonu
ile kalemi, kalem kutusu ile bir şehir planlamacısının olmazsa olmaz gereci fotoğraf
makinesinin de bulunduğu bezden yapım çantasını alıp çıktı evinden sokağa, sabahın
ilk ışıkları, kurulayamadığı siyah saçlarının arasından, gök kuşağı
yansımalarla süzülürken, koşarak gitti metro istasyonuna…
Taksim
istasyonuna geldiğinde, durumdan vazife çıkaran görevliler tarafından
kapatılmış olan Gezi Parkı çıkışı yerine, füniküler çıkışındaki asansöre
yönelip, gizli servislere mekân otelin karşısına çıktığında, parkın oradan dalgalar
halinde gelen koku ve seslerin her bir zerresi analık güdülerini daha da ayağa
kaldırırken, burnu kuzularının her birinin kokusunu teker teker adlandırdı…
hadiya, dragon, niko, domestos, lürülük, kocarnavut, juliet, yan-yürü-yan, nam
öğrencilerinin kokularını ve seslerini teker teker tanıdı ki; bunların
ikisinden birinin kokusu tıpkı beraber oynadığı tiyatro oyunundaki gibi can
yoldaşının diğerinin ise “Hadi Öldürsene Canikom”un katili gibi havagazı
kokarken…
Avına kilitlenmiş
kartal gibi kaldırdı gözlerini, aynı anda kanatlandı ayakları eşgüdümle
seslerin geldiği yere… vardığında kuzularının yanına, ellerinde coplar ve
sopalarla, gazı gazdan esirgemeyen saldırgan kurtlarla çevrildiklerini, göz
gözü görmeyen ortamda umarsız bir şekilde kendilerini savunduklarını, sağa sola
kaçıştıklarını görünce, o, kırmızılı kadın, girdi kurtlarla kuzuların arasına, kuzularının
üzerlerine sıkılan gazlara kalkan, buzdan daha soğuk bakışlardı gazı sıkan
polisin gözüydü, o anda aklında kalan…
Aynı anda Ana
Tanrıça Kibele’ydi gazdan sulanmış gözlerini koruma telaşındaki kirpiklerinin
arasından gözlerine yansıyan... Tıpkı, Schindler Listesindeki kırmızı paltolu
küçük kızın da gözlerini kapadığı gibi, onun da gözlerini kapayıp, bir yandan da
parktaki yapraklardan dökülen ağıt içi damlalarla gözlerini yıkayıp, avuç içi
damlalarla onu kutsayan…
Yine o anda
ellerinde birer kırmızı karanfille, kırmızı yemenilerini bağlayıp, yumruklarını
sıktılar, tüm dünyadaki kadınlar ve parka, Onun, Ceyda
Sungur, adını ağıtlardan avuçlara,
avuçlardan yapraklara dökülmüş damlalarla yazdılar…
-0-
ve Lobna ile
devam edelim anlatmaya…
Tarihin kadim
zamanlarından beri vatanında vatanını, adında adını arayan bir ulusun, bereket
tanrıçası Astart’ın, ulusu gibi kendini arayan, kafası soru zamirleriyle dolu kızlarından
biri olarak doğan, ataları Fenikelilerin denizde yelken açarken onlar çölde
yelken açıp, sin’le yatmış, şems’le kalkmış, çoban yıldızı bir yanda, kutup
yıldızı diğer yanda Filistin’den Ürdün’e göçmüş, bir ailenin kızıydı o…
Varlıklarından şüphe
yok. Adları ve varlıkları her yerde ve her şeyden aşikâr… ama emperyalizmin üçüncü
çoğul şahıs olarak andığı ulusunun kaderini, oradan oraya sırtında taşıyıp, on
dört yaşından beri de Türkiye’de yaşayan o, zahir ulusunun kaderinin aynasının sırında ve
sırrında bâtini arayıp, beyninin derin kıvrımlarında yıllardır mercan kümeleri
gibi yerleşmiş soru ve savlarını, yirmi dokuz Türkçe harfle sayfalara dökerek,
başkentin, her zaman en başta direnen… direndi
mi başka türlü direnen… türlü türlü direnen üniversitesinin, kırmızı-beyaz
onurlu cüppesini “eğitimde insan kaynaklarının geliştirilmesi” için felsefe
doktoru olarak geçirmişti sırtına...
Hani bazı
insanlar vardır her zaman yanınızdadır ama sureti yok olunca hatırlamazsınız. Bazıları
da vardır, bir saniye görür ama ömür boyu unutamazsınızlardan biriydi o. Vize alıp Almanya’ya gitmek üzere geldiği İstanbul’da
kaldığı Galata Kulesine yakın otelin keten perdelerinin dokumaları arasından
Mayıs ayının en son günü, İstanbul’u Topkapı Sarayı, Süleymaniye, Fatih Camii üzerinden
yalımlarını Galata’ya yansıtarak kucaklayan güneşin onu da siyah saçlarının arasında girerek
okşamasıyla uyanmıştı. Her an soru sormaya hazır bilge dudaklarından hiç
eksilmeyen sevinç dolu gülümsemesiyle yatağından kalkmış… odaya süzülen ışık
kümeleri içindeki kıvıltıları balina gibi yutarak ulaştığı banyoda neşeyle
yıkanmış… kırmızı tişörtünü ve blucin şortunu giyip, ayaklarına şıpıdık bir terlik
geçirip, kendini bir an önce güne atmak için, dışarı fırlamıştı.
O gün, kahvaltısını,
artık saraylara düşüp saraylarda yenen çok özlediği simit ve çay ile yapmak
için Tünel’in yanında İstiklal Caddesinin başındaki Simit Sarayına oturdu. O an
orada, o da herkesin yaptığı gibi telefonunun bütün işlevlerini gözden geçirdi,
hünerlerini pekiştirdi, sanki yıllardır uzak kalmış gibi gözledi, diller aldı,
diller döktü, çay ve simit üzerine içtiği kahveyi de bitirip sonra da Taksim’e
doğru yürümeye başladı.
Vize başvurusunu
bugün yapacaktı. Ama uzun zamandır yaşadığı… vatandaşlığını taşıdığı bu ülkenin:
sorgulanmayı hakaret kabul eden, hayal ürünü gerçeklerini müritlerine yutturan,
anlattıklarının doğru ve gerçek olmadığını söyleyenleri komplo kuruculukla
suçlayan, abartılı, gerçeküstü, kendi
rivayetine göre kendini öne çıkaran hikâyeler anlatan sosyopat rejimine karşı
çıkanların geleceğe dair umudunu, yıllardır süren ulusunun özgürlük savaşımından
gelen genlerinin dürtüsüyle konsolosluğa gitmeden önce, Taksim’de direnenleri
görmek… duymak… koklamak… direnenlerin gözleriyle görmek, konuşmak, kol kola
girmek istedi.
Galatasaray’a
yaklaşırken karnı tok olmasına rağmen çok sevdiği tahin helvasından almak için,
markası helvayla iç içe geçmiş, çözülemez bir yumak olmuş, dükkâna girdiğinde
iç dürtüsüyle ve görünümünden de yararlanarak İngilizce istediği helvayı alıp
parasını öderken, sokağın kalabalığı kadar kalabalık iç mekâna bakıp, satıcıya “işler çok yoğun galiba” diye anlam yüklü
bir soru sordu. Satıcıdan “ buranın
açıldığı günden bugüne kadar, hiç böyle yoğun satış yapmamıştık” yanıtını
alınca, gülüp Türkçe yanıt verdi. “Ama bazıları aksini söylüyor…” dedi.
Satıcı da “Ha onlar mı? Boş ver sen onları…
bundan böyle onlar bir yanda, biz bir yanda, ellerimizde birer çapul, çapul çalıp, çapul oynayacağız ki daha çok
müşteri gelsin dükkana.” Yanıt vermek yerine bu sözlere… güldü, tahin helvası, biçimli ve dolgun dudaklarının
arasından dökülürken… arkası dönükken satıcıya el sallayıp Taksim yönüne yürüdü.
Galatasaray’a
geldiğinde bir tarafta polisler bir tarafta direnişçiler birbirlerine laf ve
taş atar, iki tarafın elindeki hoparlörlerden yükselen sesler birbirine karışır
ve itiş kakış yaşanırken, kalabalıktan kurtulup Nevizade üstünden Taksim’e
ulaşmak için Büyük Britanya Konsolosluğuna giden Hamalbaşı Caddesine doğru hamle
etti ama cadde kapatılmıştı. Ccaddeyi tutmuş, köşedeki binaya yaslanmış,
kaskını alnına kaldırmış, sakalsız çocuk yüzüyle yorgun ve sıkıntılı, polislerden
birine, tüm işveli haliyle Arapça konuşup eliyle aşağıya doğru gitmek
istediğini işaret edip, ona sırt çantasından
çıkarıp bir şişe su uzattı. Polis,
şükranla suyu aldı ve geçişine izin verdi.
Balıkpazarından,
Nevizadeye oradan da sokaktan sokağa geçerek Taksim’e doğru giderken, Öğüt
Sokaktan, #diren ayolkız, gökkuşağı renkleri altında ve nidalarıyla geçti.
Ağa Çeşme Sokak’ta bir elleri palalı bir elleri sopalı, kinlerini bileyip,
dilim dilim direniş kesen ve sopalayan kişileri görünce Fransız
Konsolosluğu’nun duvarının dibine sindi. Polisin gelip o kalabalığa ve kargaşaya
müdahale etmesiyle de Taksim Maksemi’nin Tarlabaşı dibindeki çöp konteynırlarının
arasından meydana süzüldü. Heykelin yanına kadar geldi. Çiçekleri ezilmekten
koruyan demirlere oturduğunda, direnişçileri kovalayan bir gurup polis ile bir
TOMA’nın uzaktan üzerlerine doğru geldiğini gördüğünde o anda aklında son kalan
bereket tanrısı, Astart ile el ele Ana Tanrıça Kibele’ydi kirpiklerinin
arasından gözlerine yansıyan…
ve onun, bir yandan gözlerini
kapayıp, bir yandan vücudunu kavrayan… bir yandan da parktaki yapraklardan
dökülen ağıt içi damlalarla yüzünü yıkayıp avuç içi damlalarla onu kutsayan… O an
bir de annesinin sözleriydi “sakın
oralara gitme, benim kara gözlü kuzum, sakın ha! diye dizlerine vura vura,
aynasına yansıyan, … ve yine o anda ellerinde birer kırmızı karanfille, siyah
beyaz kefiyelerini sarıp, bağlayıp, yumruklarını sıktılar, Filistin’deki ve tüm
dünyadaki kadınlar, Taksim Maksemi’nin
duvarına da Onun, Lobna All Lamii,
adını, karanfillerle kazıdılar…
Şimdi de Kate’le
devam edelim anlatmaya…
Ataları, dört yüz
yıl önce yerleştikleri topraklara tutuklu ve mahkûm olarak gelip, bir yandan özgürleşirken,
öbür yandan ruhlarını mahkûm ettiler yerli halk, Aborjinleri, tutsak edip
kolonilerine alan yaratmak için onların soylarını kırarken… dört yüz yıl
sonra kimliklerini onlara, Aborjinlere, borçlu ataları ile iyi günde de kötü
günde de onurlarıyla beraber ve birlikte olan, bir o kadar da hakları için
direnen yerlilerden, utanç içinde özür dileyen atalarını yerlileri barıştıran
Düş Zamanı’nda doğdu o.
Her şeyin bir
anda olduğu, Düş Zamanında doğdu o, artık kendinin geçmişi de ülkesinin geçmişinin
içinde… gerçekte ve düşte yaşanan Düş Zamanında doğdu hem şimdi, hem de aynanın
ve mekânın ötesinde yaşanan… Aborjin kültürünün inananlarına göre; geçmiş, an
ve gelecek aynı andadır, hayatın akışı doğrusal değil, döngüseldir diyen bir Düş
Zamanında doğdu o…
Avustralya’daki hocalarının;
“ Sen sosyoloji okuyorsun. Burada
toplumsal kaynama faktörü sıfır. Öğrendiklerini yorumlamak için sen, sen ol, toplumsal
kaynama faktörü yüksek bir ülkeye git ve biraz orada oku da büyü adam ol.”
diye Türkiye’de bir üniversiteye gönderdiği, o, güne, evi ile okuluna
aynı dalga boyunda yansıyan… boğazın karşı tepelerini tutuşturmaya hazır, evinin
çatısındaki limonluğun kirle boyanmış camından, yağmur darbeleri arasından
sızan ilk ışıklarını, çıplak vücudunda esrik dokunumlarla gezdiren şemsin, dudaklarına yansıyan kızıllığında, corroboree,
kuş dansıyla selamlayarak başladı.
Gece, evine oldukça
yakın İstiklal Caddesinden, evli iki Türk arkadaşı ile dönerken polisin sıktığı
gaza maruz kalmış, kaçarlarken durdurulmuş, arkadaşlarının evli olduklarını
söylemelerine rağmen, gece vakti kızlı-erkekli
ne ararsınız sokaklarda tacizine maruz kalmışlardı. Nihayetinde mevcutlu
olarak eve gidip evlilik cüzdanı sayfalarının beyanı, vesikalık fotoğraflarının
tanıklığı ile serbest kalan arkadaşlarının kefaleti ve refakatinde evine
dönerken, bir yiyen bir daha yiyince
bakalım nasıl oluyor?... diyen, kimyevi
maddelerin insanlar üzerine etkisi konusunda doktora yapan polislerden bir gaz testine daha tâbi tutulduklarında,
kendilerini, dışı alaim-i sema rengi boyanmış bir binanın içersinde ebelerinin
her renk, her cins, her din, her milletten doğurttuğu, ebemkuşağı renginde, dillerinin,
dinlerinin indinde direnişe kararlı mı kararlı, horozu, tavuğu, tavus kuşu,
deve kuşu, hindi karışımı, hakiki
insanı değil, insanın hakikatini arayan bir topluluğun arasında, bulmuşlardı.
Gece yatmadan
önce, onlarla beraber kaldıkları mekânda, cinsi meçhul insanların iyiliğini ve
kararlılığını görünce onlara yardım etmek için mezuniyet tezi gereği yapacağı Orta
Amerika gezisi uçak biletini iptal eden o, sabah uyandığında, ivedi yıkanıp, üzerine
siyah elbisesini, ayağına kırmızı spor ayakkabılarını giyip Firuzağa Camii
önünde tabure üstü kahvaltı yapmak üzere sözleştiği ve birkaç gündür beraber
saf tuttuğu arkadaşları ile buluştuğunda kabarık yeleleri tek tip başlık altında
kısraklar ile ekmeğini bacaklarının gücünde arayan aygırlardan oluşan büyük bir
gurup karışık kan İslam, toynaklarının asfaltta çıkardığı kıvılcımlarla cami
önünde yan yana saf tutup, dizginlerini sıktılar… sıktılar ki biteviye gelen
gaz ve suya karşı zembereklerini boşaltıp dört nala Taksim’e uzansınlar.
Bunu gören o ve arkadaşları da kulaktan
kulağa haberleşme ile Sıraselviler Caddesinde Alman Hastanesinin bir altında turşucunun
sokağında konumlandılar. Nihayetinde TOMA’nın tankındaki su fırladığında namlusundan…
herkes sarsılırken o, çıkardı öfkesini
kınından ve erguvanların renginden,
salkım söğütlerin sesinden aldığı güçle,
tarttı iki yana açık ellerindeki terazinin kefelerinde gözleri bağlı Düş
Zamanından gelen tanrısal gücünü yeniden… ve direndikçe dayanışma, o dimdik durup, üfledi
suyuna ve gazına üstüne gelen ameli gibi tasviri de abes dört teker şeytan
kostümüne…
aynı o anda Düş Zamanının
döngüsüne giren tanrıçalardı kirpiklerinin arasından gözlerine yansıyan,
gözlerine üfleyen… gözlerini kapayıp, bir yandan da parktaki yapraklardan
dökülen ağıt içi damlalarla vücudunu koruyup, yüzünü yıkayıp avuç içi
damlalarla onu kutsayan… bir de “ tuvaline
ince fırça darbeleriyle vurduğum armağanım, gözlerinden öpüyorum…” annesinin
sözleriydi aynasına yansıyan… hemen o anda yumrukları sıkılı Avustralyalı
kadınlar da onu kuş dansıyla selamlarken, tüm dünyadaki kadınlar, topraklarına ve rahimlerine Onun, Kate Cullen,
adını, tohumların bereketiyle yazdılar…
İzmirli Üç Kız
var sırada…
Günlerdir
ölümlülere yapılan hoyratlıktan ve gaddarlıktan, Spil dağında adeta taş
kesilmiş gibi ağlayan tanrıça Niobe’nin kızları, denizi analıkızlı çırpınan, denizanalı
denizkızlı sularında, sahilin efendileri martılar ile bir köşe yazarının deyişi
ile “sokakları hem kız hem deniz kokan” Kordon’da
Üç Kızdı onlar… imbat aynasında ellerinde cımbızla oturan… ağızları limon, göğüsleri
turunç kokan… kadife bedenlerini tunca çevirip, kalkan gibi vandalların karşısında
duran…
Elbette onlar, kişinin yanındaydı
haksızlığa başkaldıran ama o gün onlar, kendileriyle barışık sadece dişiydi ve
dövüşmeye değil, sevişmeyi de düşlemeye gelmişlerdi Kordon’a, İzmir’in otuz beş
tam bir yarım tarafından… ama o gün sanki sevgi dolu gülüşlerine,
gözbebeklerinin arkasında dik duran kişiliklerine düşman ölümlülerden,
kötülükler kölesi üç üniformalı tarafından, düşlerinden gerçeğe kopartıldılar… güzeller
güzeli dilleri, sözleri, sözcükleri, sürüngenlerin çatal dillerinin zehirli
sırından kötü dile, kötü söze, kötü sözcüklere yansıyıp saçlarından savruldular…
işte o an tanrıça
Niobe’ydi onların gözlerine yansıyan… dedi onlara unutmayın öğüdümü…
Hades’in yeraltındaki ırmakları iki tanedir,
götürmek için ölümlüleri sonsuz yaşama…
masumlar ve onurlular biner beyaz kayıklara,
diğerleri de biner kara kayıklara…
onlar da karar verdiler
ki, sevişe, sevişe, dövüşe dövüşe, beyaz kayıklarla binip, onurlarıyla ulaşmaya
sonsuzluğa… ve o anda sol elleri narin bir şekilde gökyüzünü gösterirken, sağ
dizlerini kırıp sıyırdılar eteklerini yukarıya… aynı anda sağ ellerinin başparmaklarını,
işaret parmakları ile orta parmakları arasına sokup gösterirken üniformalılara…
başlarında mor yemenileri ile İzmirli Kızlar da aynı anda sağ ellerinin
başparmaklarını, işaret parmakları ile orta parmakları arasına sokup kırk beş
derece yukarıya doğru salladılar ve dahi dünyadaki mor yemenili kadınlar… ve meltem
taşıdı onların, Üç Kızın, namını rüzgarlarla yayılan…
-0-
Hüzünle anlatacağım altı can var
sırada… Ethem’le başlayayım anlatmaya…
Aynaya baktığında Baba İshak; Hz.
Muhammed’in ruhunun Hz. Ali’ye, Hz. Ali’den kendisine hulûl ettiğini görünce Çorum,
Sungurlu yöresine de gelip el verdi, Urfa, Maraş, Ayıntab, Halep üstünden gelen
fedailerine… Ondan sonra da eli hep üzerinde oldu bu topraklarda doğanların bir
kısmına… Nitekim o doğduğunda Mardin üzerinden gelen bir gurup, yörede bilinen adıyla, mor
govala… diğer deyişle Çorum Çıplağı diye bilinen, taklacı güvercinlerden koyu
mavi renkli, beyaz telekli, gümüş gerdanlı gökala güvercin, yedi kere huu, yedi
kere dem çekerek, kutladılar ve kutsadılar onu elif elif atarak, yedi kere takla…
Biraz büyüdüğünde, el ele tutuşup korkarak da olsa, ağabey, abla,
kardeş, arkadaş, kendilerine çizdikleri Kral Yollarındaki Eski Hamam, Eski
Karakol, Taş Köprü gibi eski eser ve kovuklarda koşuşturdular ve kovaladılar,
mor govala, siyah govala, süt beyaz ve çilli
güvercinlerin arkasında… hayranlıkla baktılar onlara… her biri diğerinden zarif ve yarışırcasına
hünerli takla atanlarına…
Beş yaşındayken, henüz üniversite mezunu öğretmen babasından
“At, at, kuş, takla at.
İki kere at. Üç kere at.”
diye başlayan cümlelere okuma yazmayı öğrenemeden, sünnete karşı olması
nedeniyle geçirdiği soruşturmalar sonucunda şehirden şehre savrulan… ailesinin
dahi isteği ile hastane odalarında soyutlanıp üç hastane eskiten… sonunda
kendini Kibele’nin yaşadığı bakir topraklara doğa neferi olarak tayin eden babasına
veda edip, gitti dayısının yaşadığı, Ankara, Mamak, Ege Mahallesine,… burada annesi
ekmek derdindeyken, o da girdi ablasının
gözetimine…
Hepsi de öğrenmenin hevesinde, öğretmen çocuğu evdeki dört kardeşe, evdeki
dört ekmek yetse bile evdeki defter kalem yetişemedi… üç kardeşe bir defter
çözüm etmedi… kardeşlerden biri kayıt parası bulamamaktan, biri kardeşlerine
kol kanat olmaktan, o da parasızlıktan
yarım bıraktılar öğrenimlerini… ne gam?
o da bulabildiği kitaplarla, dergilerle,
çizdiği resimlerle, sınıfının bilinciyle hakçasına söylerken öfkesini, korurken
daima terbiyesini, biriktirdiği saygı sevgilere donatırken kişiliğini, bu
şekilde alıyordu eğitimini… çalıştığı işlerdeki dürüstlüğü, çalışkanlığı ve
bilgisiyle tamamlıyor ve süslüyordu el becerilerini…
Böylece büyüdü ve
gelişti. Bu şekilde ortaya çıktı, Sungurlu kırsalında patik kadar bir kelikte,
yalınayak bir mont, bir kazak bir pantolon, etyemez, yerden alır, yere koyar
kimseye elvermez yaşayan, zenginliği kelikteki kitaplığı, Sungurluluların
“Hoca” bildiği, babasından üstünlüğü…
O gün,
doğduklarından beri açlığa alıştığı için sadece içtikleri çay ve simitle,
kahvaltı edip, aile geleneklerinde olduğu gibi haksızlığa karşı direnişçilerle beraber
olmak için Kızılay’a gidip omuz omuza Kızılay’da saf tutan o ve ağabeyi,
çatışmadan ırak, tek düşünceleri kötülüklerden arındırılmış berrak bir toprak
olanların yanında aldılar yerlerini… Ama
bir anda hamle edip, hedef alıp, nişan alınca masum kitleyi, karanlığın ve yer
altı ülkesinin üniformalı güçleri, o ve ağabeyi uzak tutmaya çalıştı şiddetten ve gazdan kitleyi.
Tam o sırada o, başının arkasından
gaz kapsülü ile vurulduğunda bile gitmeyip hastaneye, vurulduktan beş dakika
sonra başörtülü, küçük bir lise öğrencisini oradan bulduğu bir kalkanla koruyup
geçirip de karşıya… Tekrar döndüğünde Güvenpark'ın önüne, düştü bir direğin
dibine… yere düştüğünde nadir kişilere yakışan kirli sakalı ile biçimli kaşlarının
arasına oturmuş, dünyanın yükünü kaldıran hüzünlü ama bir o kadar da umut dolu
sürmeli ve çekik güvercin gözlerinde; kendi kendinden
korkan, kendisi ile kavgalı, kendisinden korktuğu ve kendisiyle kavgalı, hedef
gözetmeksizin, dozunu gittikçe arttıran
şiddetin, iğrenç yobazlığın ve toplu histerinin gaddar ve hain yüzünü esir
aldığı bir polis ve namlusuydu en son kalan aklında…
Düşerken aynanın
önünden arkasına, o anda, Çorum Çıplağı mor
govala, siyah govala, süt beyaz, çilli güvercinlerin de gözlerinden
düştü birkaç damla… aynı anda süt beyaz tenli, buğday esmeri saçları, onun da
sürmeli ve çekik güvercin gözlerinde yaşlarla bir kız, fırlayıp Onun adını
haykırarak attı kendini yanına, başını alarak kucağına… aynı anda Sungurlu
kırsalında bir adem ile ademin her daim düşünde, dört canına can katan yavuklusu,
kaderini kederle haykırırken, adem de lanet etti kara donlu, kara vicdanlılara…
ve dahi dünyadaki tüm yiğit ademler sıkılı yumruklarıyla selamlarken Onu, adını, kitaplarına,
Ethem Sarısülük, diye altın harflerle yazdılar…
-0-
Ali İsmail’dir gelen can anlatmaya
kıyamadıklarımdan…
Zamanın kaydığı günlerden beri, kuzeyde Amanos,
güneyde Cebel Akra ve doğusunda Silpius Dağı’na yaslanmış, Alevi, Sünni, Yahudi, Süryani, Ortodoks, Katolik, insan suretlerinden çiçek
bahçesi Antakya’ya şemsin, sabah
mahmurluğunda saçlarını taradığı anlarda gelen kuzey kolu leylekleri, şehrin
doğusunda, kuzey-güney yönünde akan Asi nehri kıyılarında konaklayacakları yere
inmeden önce, her zaman, her yerde yaptıkları gibi, ama bu sefer şehrin
kutsallığına koşut ve her yerdeki törensel hareketlerinden daha sessiz, daha
düzenli, edep ve erkân içinde şehri selamlayıp, gagalarında Antakya’da o gün bırakacakları
torbaları taşıyan leylekler dışında, Asi
nehrine doğru düzenli bir şekilde yöneldiler.
Torbacılardan bir tanesi, itinayla taşıdığı,
Zülfikar’ın kılıcı işlenmiş, telkari dokunmuş özel torbayı, Ekinciler
Beldesindeki hasır bir sepete özenle yerleştirdi. Ve torbayı orada müjde
beklemekte olan, üstü kum rengi ceketli, altı pembe etekli, dudakları sarı
kemik rengi, ayakları kahverengi çizmeli çöl toygarına emanet etti. Etti de
kuyruğu bir karış havada, aklı alacağı bir avuç müjde darıdaki toygar,
‘dii-liiut, dii-liiut’ diye ortalığı anında velveleye verip cümle ev halkını müjdeye
ortak etti işte böyle doğdu o.
Şelale’de balık, Beşikli Mağara’da saklambaç, bir elde oruk,
diğer elde künefe, biri diğerine bir fincan kahve uzatımı kadar yakın evlerin
sokaklarında, Antakya’da, mutlu geçen on dokuz yıldan sonra… İnşaatlarda çalışan
babasının terinden, anasının sevgisinden artan ve akanlarla büyüyüp, onun da
eli ekmek tutsun da kendi terinden ve elinden akanlarla anası babası rahat
etsin diye Eskişehir’e üniversiteye gitti İngilizce okumaya… öğretmen olup canları
okutturmaya… biraz da çibörek, met helva, balaban köfte tadıp, tattırmaya,
gitti kerpiçten biten çağdaş bir şehrin canları ile can olup, karanlığı
aydınlatacak canlar olmaya, aydınlarından el alıp, el vermeye…
Sadece budur, onu
yurdun bir köşesinden, diğer köşesine taşıtan… Budur, onu
neresinde olursa olsun yurdunun her karış toprağına sahip çıkartan… Aramasın
altında başka bir şey de önce aynadaki suretine baksın her bir karış toprağı yağmalayıp, çirkefini ona,
onlara ve ortalara bulaştıran…
İşte bu nedenledir ki direnişin Eskişehir’de
de sürdüğü günlerden o günde, o da beş
arkadaşıyla beraber paylaştıkları evden arkadaşlarından en çok anlaştığıyla
beraber çıktılar sokağa… Daha sonra başka bir arkadaşıyla buluşmaya giden o ve
arkadaşı Yunus Emre Caddesinde durdurulunca polis barikatlarıyla, o ve
onlarca onlar da durdular polisle karşı karşıya… bir taraf biz ne yaptık ki bakışlarıyla, diğer taraf siz ne yapmadınız ki bakışlarıyla… ve dönünce o bakışlar, şimdi
canınıza okuyacağız sizin bakışlarına… copları, kalkanları, gazları ve tomaları
ile kalkınca hücuma… biz ne yaptık ki diye bakışanların da bir kısmı kaçıştılar
Gürman sokağa, o ve tanımadığı bir genç, sonradan medyaya düşen
satırlardaki adıyla Doğukan, kaçtılar önce Sanayici sokağa, oradan da saptılar Sanayi
Sokağa…
Tam o anda, yani onlar
kaçarlarken saldı zincirini Hades, karanlıklar dünyasından… sokakların
karanlığında elleri yılan, gözleri şeytan, egemenlerin kapısındaki bekçi
Kerberos’un dölünden düşmüş iblisleri arkalarından… ne yazık ki daha önceden hazırlanmıştı
onun kaderi Hades tarafından… fırınında
kötülüğü mayasındaki kötü kanla yoğuran fırıncı kılığına girmiş bir diğer iblisin
kendisine çelme takan ayağından… ve yalnızca altmış sekiz saniye sürdü, karanlık
yüzlü, yılan elli, şeytan bakışlı, ellerli sopalı iblislerin darbeleri ile tekmeleri
onu bayıltan ve bayıltıp kaldırımın üstünde bırakan… Yeniden kendine geldiğinde
eli sopalı bir tanesi ile girdiği sessiz söyleşi ardından kafasına ve beline
birer darbe daha aldıktan sonra Asarcıklı Caddesi’ne doğru uzaklaştığında bir
otelin kaydına girmişti ki; kayıtları bir okus pokus ile yok olup, Kibele’nin
ak sütünü emmiş bir savcı tarafından ortaya çıkartılan…
Bir tramvay durağına otururken ev arkadaşları,
o’nu bulduklarında ve daha sonra gittikleri
hastanenin doktorunun kas gevşeticilerle iki veya üç günde bir şeyinin
kalmayacağını söylediğinde, ne yazık ki kafasındaki kayıtlar silinmişti bir
daha geri gelmeyecek kadar…
Otuz sekiz gün kaldığı komadan sonra yürüdü şemsin
yolundan… ve karanlığın gücüne inat, heykelinin avuçlarından her daim su içecek,
kızıl ardıçlar, kır incirler, serçeler, alacakargalar, keten kuşları,
ispinozlar, sakalar, kırlangıçlar, kumrular ve de güvercinlerle beraber ilelebet
yaşayacak o, ak ve karaleyleklerin kanatlarında, anaların
kucağında yürürken şemsin yolunda, her dilden, her dinden, her sokaktan,
yükselen, dalga dalga yurda yayılan dualarla, oğullar ve kızlar analarının bağrında, oğullar ve
kızlar analarının ve babalarının kollarında, göz yaşları boğazlarında, hepsi omuz
omuza saflarda, yumrukları havada onu kuşların kanatlarında taşıyıp Onun, Ali İsmail Korkmaz adını
yazdılar şemsin yoluna…
-0-
Mehmet’tir gelen can yere göğe
koyamadıklarımdan…
Hacı Bektâş-ı
Velî’nin elinin değdiği, suyunu okuyup üfleyip
içtiği, kokusuna karıştığı, şemsine gönül verdiği yörelerin birinde,
ayvalıgillerden bibisinin söylediği “Gül yüzlü sevdiğim…” türküsüyle ana
rahminden dünyaya düşmüştü o.
Ahl al-Baytı esas
alarak yetiştirilmiş, gönlünü temiz tutmaya, gözüne ve nefsine sahip olmaya
gayret etmiş, önü sıra yolunu kesen, yapışık nizam, çam kese tırtılları bile
yaratan bilip ezmemiş, özünü fakir, hizmetini zengin tutmuş, yediği ekmekte,
içtiği suda anasından, babasından daha çok hakkı olduğuna inandığı, yaşadığı
yörenin adına da bin şükran bin minnet, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın çocuğuydu o.
Biçimli uzun yüzüne oturan, insanın içini ısıtan sürmeli derin
gözleriyle, yaşadığı yerin geleneği gereği darda kalana, düşene anında ulaşan…
babasının zayıflayan kalbi nedeniyle ekmek nöbetini devralıp, pazar tezgâhlarında
evin kesesini koruyup kollayan… ablası ile abisine okul yolunda harçlık çıkaran
o, o günün
akşamında, yoksul evinin yükü yanında sürgünlerin, dışlanmışlığın, kırımların
ve acıların da yükünü taşıyan evlerinin merdivenlerden koşarak aşağıya inip,
ayakkabılarına uzandığında, anası silme gövde durdu karşısında… “dışarı çıkamazsın…” dedi. ”Neden?” dedi. Anası “çünkü sana uğruna her şeyi reddedeceğini
bildiğim mercimek çorbasıyla, karışık dolma yaptım, ama henüz pişmedi pişsin,
ye de öyle git…” dediğinde “ana,
biliyorsun her yerde direniş var. Ben yemeği
üzerim, arkadaşlarımı üzemem, onlara söz
verdim, yürüyüşe katılacağım. Yoksa ben, benimle bozuşur aynada bile yüzüme bakamam”
dediğinde daha önceleri oturdukları yöredeki arazi mafyasına karşı dövüşüp
sokaklarını temizleyen neferlerden biri olan anası, “gitme,” diyemedi yoldaşına, “gitme,”
diyemedi oğluna. o onu, o da onu öptü ve o evden çıktı gitti.
E-5’e yakın
postanenin önünde arkadaşlarıyla buluşup, E-5 ulaşmak için yüzleri Kadıköy’e,
yumrukları göğe, gözleri ileriye, yürekleri her yere yürüyüp, sonra sağa sapıp,
‘iyi ki’ Yavuz Sul’a’tan Selim değil, Fatih Sultan Mehmet Caddesi üzerinden
E-5’e çıktılar. Yol güvenliğini buldukları her engelleyici nesneyle sağlayıp
yolu kapadılar. Tam yürüyüşe başlamak üzereydiler ki; siyah camlı beyaz bir
araç, sinsice çıktı da deliğinden, tereddütsüz ona çarpıp, yolun diğer yanına
düştüğünde, tutundu açılır gibi olan kapının eşiğine… ama ne yazı ki, arkadan gelen
başka aracın da çarpmasıyla açıldı Marifet Kapısı ve aldı alçakgönüllü,
kimsenin ayıbını görmeyen, iyiliği esirgemeyen, yaratılanı seven, gerçeği
arayan, kulunu… aynı anda parmaklarını suya değdirip gönlünü temizleyen canların,
sağ elleri yüreklerinde, “Yine mi figan
var dostların anısına” dudaklarında selam durdular ona… ve sazın
perdelerinden yayıldı, Onun, Mehmet
Ayvalıtaş’ın adı, dalga dalga her yana…
-0-
Abdullah’tır bir diğer can, canımı
acıtan…
Zamanın kaydığı o günün ertesi günü Asi nehri kenarında geceleyen bir
gurup kuzey kolu leyleği daha
gagalarına torbalarını alıp düzenli bir şekilde yeniden Antakya’nın merkezine
doğru yöneldiler.
Torbacılardan bir tanesi itinayla taşıdığı,
üzerinde yine Zülfikar’ın kılıcı işlenmiş,
Dorylaion yazılmış ve telkari dokunmuş
özel bir torbayı bu sefer de Gazi Mahallesi’ndeki hasır bir sepete aynı
ritüellerle özenle yerleştirdi ve torbayı o an orda müjde beklemekte olan, üstü
pas rengi redingot ceketli, pantolonu sarı renkli, dudakları gri, ayakları
çıplak, karabaşlı kiraz kuşuna emanet etti. Ettiğinde ceketini şöyle bir sağdan
sola savuran, üstü kaval altı şeşhane, kadınları kara türbanlı, erkekleri kara
kefiyeli, kiraz kuşu ailesi, ev halkına verecekleri alacakları bir avuç müjdeye
ortak etmek için cümle âlem çinte aşiretlerini ‘ tyip-cüp, tyip-cüp ’ diye, çağırarak
ortalığı anında velveleye verdiğinde doğdu o… Mahallenin ortak aklında, çintelerin sesinde Abdocan.
Buğday tarlasında büyüdü tarladaki ağacın
altında… anasından emdiği süt burnundan geldiğinde ekin biçiyor, düven biniyor,
balya bağlıyor, evin ekmeğinde emeğini yoğuruyordu. Yedi yirmi dört, iş, iş
üstüne, boş durmayıp çiçek buketi bağlıyor, döner dilimleyip yarım ekmeğin
arasında uzatırken, ertesi gün döner-ekmek elinde kum karıp beton döküyor ki
inşaat bitince kapısına bekçi olsun, gelene, gidene göz atıp güvenliğinden
sorumlu, ekmeğinden doyumlu olsun. Bir de bitirirse açıktan liseyi, görebilirse
gözleri üniversitedeki amfiyi, bitirince iyi yaşatacak annesini…
O gün de akşama doğru işten eve geldiğinde, güvenlik
şirketinin tek tiplerini soyunup, sivillerini giyindi keyifle… keyfinin
nedenine gelince, ‘tehlikenin farkında ve kırmıştı artık Türkiye korku
çemberini’ herkes kendi düşüncelerine göre… Hazırlanırken dışarıya çıkmaya,
annesi dikildi karşısına “Oğlum gitme.
Bugün pazartesi. “ dedi. Yanıtı “Ne
olacak yani bugün her hangi bir gün, adı da pazartesi… var mı pazartesi günleri
sokağa çıkmama emri? …” oldu. Anası dedi Yok oğlum bizim için bugün iyi değil. Hasan, Hüseyin o gün doğdu, o gün
sefere çıktı, o gün öldü.” Yanıtı “
Allah ne yazdıysa o olur.” O anda abisi
de geldi. O da “Abdocan gitme.” dedi.
Yanıtı “Peki, bari bir bakkala gidip
geleyim. ” beyaz yalanıyla çıktı dışarıya. Kapıda bekleyen arkadaşları ile
tokalaşıp hep beraber yürüdüler Ay Sokak’tan Armutlu’ya, Gündüz Caddesi’nde
yoldaşlarını bulup, geçtiler ön saflara… arkadaşlarını korumaya, kışkırtıcıları
kovalamaya, polisi de kollamaya…
Yetemiyorlardı ki bu çabaya… Neyse, yeni gelen
çok büyük bir gurup eylemin kontrolünü alınca, o ve yoldaşı çekildiler kenara… ve yarım saat sonra polisin müdahalesi başlayıp
da ortalık karışınca Elmas Sokak’tan kaçıp, kıvrıldılar Söğütlü Sokağa… nefes
nefese koşarlarken mahallerine doğru, aniden, gerçek akreplere ayıp, bir akrep çıktığında
karşılarına, bilmem kaç metre bölü saniye hızla hedef gözetilip, hedefe
kilitlenmiş bir gaz kapsülü gelip, fırlattığında onlara… o, bir daha kalkmamak üzere düştü yere… ve aynı
anda Antakya’da Habib-i Neccar Dağında, Asi Nehri kıyılarında, cami, kilise,
havra damlarında, bilumum bacalarda konaklamış leylekler kaldırıp başlarını bin
bir kederle takırdadılar… ve o anda çıktı Zülfikar ağlayarak kınından… döküldü, Onun, Abdullah Cömert’ın adı, gözyaşlarıyla leyleklerin yanaklarından…
-0-
O da bir candır, adı Mustafa,
suyun öte yanından…
Güneş
Tanrıçası Arinna’nın hükmettiği topraklarda doğmuştu o. Baba yarısı
komşularını emmi bilmiş, ana yarısı komşularını bibi bilmiş, imecelerinde
büyümüş… ebelerin görmüş geçirmiş gözlerinden, ellerinden tat alıp güneşte
pişmiş tarhanaları kaşıklamış, ağaları ile zeytinliklerde zeytin sıyırmış,
narenciye bahçelerinde portakal toplamış, Ceyhun nehrinde balığı cevizin
yeşilinde avlamış… Amanos dağlarının geçitlerine nöbet tutup Hititlerle
başlayıp, bölgeye Şugur-u Saimiye adını veren Harun Reşit Kalesinin
burçlarından iliğini emip kemiğini Haruniye adını verdikleri ilçenin
sakinlerine fırlatan Abbasilerden sonra, Haçlı Seferlerini de görmüş… en sonunda
Osmanlının üstünden geçtiği toprakları, işgalden kendi imecesiyle kurtarmış
Cumhuriyetin çocuğuydu, o… aynı zamanda devletin ve ordunun da koruyucusu Tanrıça Arinna’ya
bağlılığıydı onu Polis Akademisinin parlak bir öğrencisi, sadece insanlık ve
vatandaşlık haklarının korunmasına adamış bir insan yapan...
İstanbul’daki
Gezi Olaylarının ülkedeki tüm illere de sıçraması ve yayılmasıyla olaylara
yetemeyen Çevik Kuvvete günlerdir gece gündüz destek veren Asayiş Şube
Müdürlüğünde görevli komiserlerden biri olarak ilk defa dün gece eve
gelebilmiş… gece gülen gözlerinin ikizi, hayatının yoluna baş koymuş, gülen
gözlü öğretmen eşi önüne aş koymuş… tasada ve kıvançta birlikte olmaya aday
aile üyesi ile ana karnında yemek yiyip, sohbet etmişlerdi.
Sohbetlerinde
emeklerinin terini akıtan gözleri her zamanki gibi güleçti. o, baba olacağı için gururlu ve sevinçli,
eşi, canından can alana taşıdığı sorumluluğun bilincinde çok sevinçli ama
gözlerinden aynalarının sırına yansıyan düşüncelerinde; her ikisini de ülkedeki
sermaye ve iktidarın el değiştirmesi süreci içinde hedef alınan çalıştıkları
kurumlardaki geriye doğru ivme kazanan iş yaşantıları ile doğacak yavrularının
‘aydınlık mı olacak?’ geleceğinden endişe içindeydiler.
Sabahın
alaca karanlığında uyandığında görevi gereği hemen toparlandı, uykusunda bile
gülümseyen eşinin alnına bir öpücük kondururken, bebeklerine eşinin inci gibi
gülümseyen dişlerinin aralarından “gün
aydın olacak inşallah bebeğim” diyerek, ona, babalar çok bilir
dağarcığındaki güzellemelerin ilkini yolladı. Dış kapıyı yavaşça kapadı.
Sokağa
çıktığında şemsin, gözlüklerini odaklayan,
gözlüklerinden yansıyıp yaseminleri vuran ve dört bir tarafa yayılan ışık
ve yasemin kokuları ile birlikte kollarında sevdiği ile yatmak varken, göreve
gitmenin zorluğu ayaklarını durdurdu… zorunluluğu ise ayaklarını zor bir güne doğru
bir daha doğrulttu… Emniyetin servis aracına son anda yetişip, “halk için emniyet, adalet için hizmet” sloganında
halka inat, halktan uzak, namahrem kafeslerle donatılmış araçtaki boş
koltuklardan birine kendini bıraktığında,
ruhu da kapandı namahrem kafeslerin ardına…
Emniyete
gelip üniformasını, silah ve gereçlerini kuşandığında içine çökmüş sıkıntıyla,
Adana Garının etrafındaki caddelerden, Atatürk, Cevat Yurdakul, Mustafa Kemal
Paşa’da kümelenmiş, Sular Mevkii’ni üs eylemiş, bir yandan saf tutmuş, bir
yandan taktiksel hareket halinde, ellerinde bayraklar, ellerinde bağırlarından
boyaya, boyadan fırçaya, fırçadan özdeyişe dökülmüş pankartlarla bir sürü genci
kontrol etmeye görev alan meslektaşlarıyla görev aracına binip, meslek diliyle
olay yerine intikal ettiler. Göstericiler kadar meslektaşları da gergindi.
İçlerinden çoğu, neyi, neden koruduklarının yanıtını veremediklerinden ki;
birisi de kendisiydi, oldukça hoş görülü davranmaya meyilli ise de uzun süren
karşılıklı bir bekleyişin ardından, nereden, nasıl, niçin, neden ve kim
tarafından atıldığı bilinip de bilinmeyen, bir kaç el silah sesiyle ortalık
karıştı.
Açılan ateş,
sıkılan gaz, üstlerine ‘kimyevi sulu’ sepken su sıkan TOMA’lar karşısında
kaçmaya başlayan göstericileri kovalamaya başlayan meslektaşları ile beraber
harekete geçip kovalamaya katılan onun sağ olsaydı hatırlayabileceği son
şey, Sular Mevkii’ni oradaki alt geçit inşaatına geldiğinde, kendisine dikkat
etmesi için uyaran arkadaşına, ne dediğini anlaması için kafasını çevirdiğinde
ayağının kaymasıyla üst geçit inşaatından aşağıya doğru düşmesiydi ki… aynı
anda Tanrıça Arinna çıkardı kaskını başından, çıkardı silahını kılıfından,
söktü attı polis teşkilatının simgesini üniformasından ki, usulca koyabilsin
diye onu, onun gibi dürüstçe
yaşamaya çalışanların arasına… ve aynı anda tüm göstericiler de baş eğip selam
verdiler bu adama… ve onu yetiştiren ana ve babaya… ve aynı anda selam verirken
doğmamış bebeğin, babasına… ve Onun, Mustafa Aydın’ın onurlu adını, verdiler
henüz doğmamış olana…
-0-
Altı canın en küçüğüydü o
Berkin’im yere düşüp de hala gözlerimi yaşartan, anaların avuç içini
gözyaşlarıyla doldurup toprağa bereketini bırakan…
Antik
çağlardan beri yaşadıkları topraklarda yokluğu, yalnızlığı, çaresizliği,
başkaldırıyı, ihaneti görmüş, ihanete ermiş… oğullarının çoğu açık, gizli ve
kara savaşlarda ölmüş, kalanları sürülmüş, dama düşmüş… geriye kalan bir avuç
yaşlı, kadın ve çocuk giderek dağılan ve el konmuş hayvanlardan uzağa, yanmış
tarlalardan sokağa düşmüş… Zerdüştçü
iyimserliğin ifadesini temsilen, sonunda mutlaka zafer kazanacak Ahura
Mazda’nın koruyamadığı çocuklarından biriydi o, annesi Dersim’den, babası
Tokat’tan İstanbul’a savrulan…
Onüç tam bir bölü iki yıldır yaşadığı evlerinin, iki ablasıyla
yattığı, bir göz odasında, gördüğü düştü, o güzelim sürmeli eşek gözlerinin,
üstündeki kara kalın kemer kaşlarının arasından sızarak onu uyandıran… düşünde,
belalısı Zargana Mehmet’i yem, çete arkadaşları Baran’ı hâkim, Dengbej Celal’i
öğretmen, kendisini de inşallah doktor eden koruyucu melek Faravahar’dı ona
görünen… Uyandığında ise bin bir şirinlik ve daha çok çalışacağı sözleriyle,
mezuniyet töreni için aldırdığı ceket ve pantolonu bile görmezden gelip, her
evdeki pazar sabahının o gösterişli töreniydi burnuna sucuklu yumurta
kokularıyla gelen… hemen fırladı odasından dışarı, üstünü başını bile
merdivenlerde giyerken, sıcacık taze Pazar ekmeğini fırından alma kutsal
görevini ifa etmeye giderken…
Direnmeye
devam edenler, mahallenin afacanı, ama karakteri de bir o kadar berkin,
tanıdıkları Berkin’i “Caddeye çıkma, gelişigüzel biber
gazı ve plastik mermi atıyorlar! Ek olarak bir
arkadaşı da “gitme” diye uyardığında,
istismar edilen, kullanılan, aldatılan çocukluğunun en doğal saflığında “ben çocuğum, bana atmazlar ki” dediği anda, bir biber gazı bombasının
kapsülü isabet etti başına…
Duran kalbi otuz
beş dakika sonra çalıştırılan, defalarca ameliyat olan, yaşaması mucize, bir
hortum ve iğneyle beslenen, makineyle nefes alan, acı duyan ve ağlayan, yoğun
bakımda hala yaşam mücadelesi veren o, o anda yere düşerken, aynı anda Zerdüşt
melek Farahvar’dı onu kanatlarının üstüne yatırıp koruyup kollamaya başlayan,
bir yandan da o parktaki yapraklardan dökülen ağıtiçi damlalarla onu kutsayan… ve yine
o anda ellerinde birer kırmızı karanfille, kırmızı yemenilerini bağlayıp,
yumruklarını sıktılar, o 16 Haziran günü,
tüm dünyadaki kadınlar… ve tam iki yüz altmış dokuz gün sonra şemse yürüdüğünde
Onun, Berkin Elvan’ın adını, tüm kadınlar sol
memelerinin üzerine yazdılar.
-0-
-0--
Yorumlar
-----------
Yaşşa :)) / Çok güzel..ne diyeyim :)) / Yaaa canım Mehmet ağlattın
beni..teşekkürler :)
Gülçin Atıcı
08.04.2014, 22.04.2014 ve 11.05.2014
Hep beraber
sağlıkla,
Mehmet Altın 08.04.2014
Teşekkürler Mehmet. Bu yazı dizin de
muazzam olacak. Lobna ve diğer canların hikâyelerini zevkle okuyacağız.
Tekrar teşekkürler.
Tülin Koray 08.04.2014
Tülin Koray 08.04.2014
Sen bu mesajı çekerken bana, ben, Yılmaz
Mete, Esin Bayatlı, Erhan Günsoy, Ünal Savaşan, Lütfü Mısırlıoğlu, Nilgün
Koparal, Sevinç Özalp, Kenan Tümer ile beraberdik hep birlikte... e tabii senin
de adın geçti dedikodu faslında… Yazıma verdiğin yanıt için de bin şükran
sana... kal tasasız ve sağlıkla.
Mehmet Altın 08.04.2014
Mehmet, sevgili kardeşim, eline yüreğine sağlık. 8
Nisan'da gönderdiğim mail’de de belirttiğim gibi çok güzel bir dizi oldu. Pek
çok teşekkürler, selam ve sevgiler.
Tülin Koray 05.05.2014
Tülin Koray 05.05.2014
Ben de sana teşekkür ederim kardeşim.
Geçen Mayıs'tan Ufuk'la ben beri sofrayı kurduk, o dayanamadı yattı uyudu ama
ben hala beklerim.
Mehmet Altın 06.05.2014
Teşekkürler
Mehmet. Çok güzel bir hediye oldu. Ben de Ufuk arkadaşımın anneler gününü
kutluyorum. Ayrıca tüm annelerin ve 'ana yüreği' olanların Anneler Günü kutlu
olsun. Selam ve sevgilerimle.
Tülin Koray 11.05.2014
Tülin Koray 11.05.2014
Ohhh be şükür kavuşturana. Nerelerdeydin be Altın
Biraderim bunca zamandır? Gezi Destanı sensiz yazılır mı hiç. “ 36 kısım
tekmili birden “ değil ama peyderpey yayınlanacak 36 bölümlük- Hayır, belki de
31 Mayıs’ı çağrıştıracak 31 bölümlük- ismi bilinen ve de bilinmeyen onurlu Gezi
İnsanlarının hikâyelerini senden kaleminden okumak bu günlerde çok iyi gelecek
bize, yarınlara umutla bakabilmek için… Özlem ve merakla.
Sadık okurunuz; Cennet Datçalı Şişman Efe Şükran sana...
Tuğrul
Ünsal 08.04.2014
Şükran
sana…
Mehmet Altın 08.04.2014
Son okuduğun kitap diye baktım… yazarın
ismini aradım… anlatım tanıdık geldi… ve… bildim. Diğer satır dizelerini
sardığın yumağı çözüp, anlatı örgüsünü şekillendirip bizlerle paylaşacağın
süreci hoşlukla izliyor olacağım arkadaşım. Tekrar takdirlerimle, tevazuuna, kelimelerle oynayışına, tasvirlere
anlam yükleyen düş gücüne ve daha onlarca güzelliklere.
Nur
Şenbay 08.04.2014
Yorumuna yazmak istediğim yanıtın içini
bir türlü dolduramadım... yazdım sildim. Yazdıklarımı yeniden dizdim, yine
beceremedim. Sayfa sayfa yazan ben, teşekkür ederken aciz miyim, neyim?
Bildim... yazan, yazanı görünce kalemini saklarmış ondandır dedim. Ben, sana
çok teşekkür ederim.
Mehmet Altın 08.04.2014
Lobna çok şükür ki yaşıyor… anlatı dizisi keşke masal
olsaydı. Gerçek mekanlarda yer alacak gerçek karakterler ve ülkemin insanları o
kadar acı çekmeselerdi… ama birilerinin gelecek kuşaklara yaşananları anlatması
gerek… yazarak, müzikle, resimle, teşekkürler Mehmet.
Nur
Şenbay 11.04.2014
Teşekkür eden, teşvik eden, sen, sana, siz, sizlere de bin
şükran... Umarım, çocuklarımızın kalem ve klavyeleri sadece güzel günleri
anlatacak.
Mehmet Altın 11.04.2014
Dört teker şeytan kostümü..TOMA..harika..biraz yorucu ama
ilginç.. paragrafların sonunda konu bütünlüğünü sağlayan son söz dizisini
okuduktan sonra, ifadenin yan öğelerinin kendi içlerindeki hikayelerine dönmek
gereğini duydum,merak uyandıran, sürprizlerle dolu bir anlatım..durmak yok,
yola devam..
Nur
Şenbay 14.04.2014
Gürültücü müjdeci kiraz kuşlarının Abdocan’ın geldiğini
müjdelemelerinin üzerinden geçen senelerin son gününde, Zülfikar nasıl
ağlamasın ki, o gün akrebin ölümcül zehriyle, kalleşçe alınan Abdo nun canına..
Nur
Şenbay 29.04.2014
Ağlar... Zülfikar'ın kınından dökülen damlalar, ağıta
dönüşür... dolar anaların avuçlarına toprağa düşer, dere olur, büyür ağaçlar...
o zaman da Abdocan, yiğidim nasıl da boy atıp serpilmişsin der analar...
Mehmet Altın 29.04.2014
Ağıt
damlalarını şimdi anladım..hissettiklerini, yaşadıklarını yazıya dökebilmek
kalıcı güzel bir yöntem..bende hep istemişimdir, illaki roman olması
gerekmiyor. ellerine, yüreğine sağlık arkadaşım.
Nur
Şenbay 08.05.2014
Daha dikkatli ve istekli yazmama
neden olan, duyarlı ve ince satırlarına bin şükran... kal tasasız ve
sağlıklan...
Mehmet Altın 10.05.2014
İzmirli üç kızı okudum. Çok beğendim.
Sevinç Özalp
Torerler 14.05.2014
Mehmetçim duygulanarak şaşırarak
ismi geçen herkesi tekrar anarak heyecanla okudum..Çok çok güzel ellerine sağlık..
Emel Seven 14.05.2014
En başta Şeyh,
sırasıyla dervişler,
Yedi gönül
mertebesiyle, yedi gönül dizilmişler,
Toprağın sırında
kök salan haktan el alıp,
aynasında
yansıyan hak ile bir olup göğe doğru ermişler…
Bakıp da görebilen gönül gözüdür önce gören, sonra gözdür
bakıp onu gören...
Ben de yazdım
bütün bunları hakiki insanı değil, insanın hakikatini ararken duvara…
----------------
Mehmet Altın,
06 Nisan 2014