20 Mayıs 2012 Pazar


BURGAZIN ARKA BAHÇELERİNDEN
“Ateşte Kalanlar, Ateşten Artakalanlar”


Akşam gün batımında mehtap, günün yorgunluğunu, her gün pervane olduğu yârin sularına saçlarını ışıl ışıl sererek giderirken, ben de Kaşığın ucundaki dostlarım istiridyelere, her zamanki gibi, penceremden fısıldadım… fısıldadım ama yanıt alamadım… Merak ettim, evden çıktım, vardım Fenerburnuna kulağımı dayadım kayalara… hepinizin yakından tanıdığınız yaşlı ve bilge deniz minaresinin, Kaşığın ucundan, bana doğru gelen yorgun ve kederli sesini, gün batısının güçlü nefesi ile köpüren dalgaların sesleri arasında ancak tanıyabildim… onu dinleyen, deniztarakları, istiridyeler, midyeler, pinalar, denizyıldızları, denizkestaneleri, denizatlarının kâh ağlayan, kâh hıçkırıklara boğulan seslerini ancak çıkarabildim… bu arada Kaşık Adası’nın üstündeki martılar ile yelkovan kuşları, sanki yaşlı ve bilge denizminaresinin acı dolu, yorgun ve kederli anlatımına dayanamayıp çığlıklar atıyor, fısıltılarını heybesinde taşıyan gün batısı rüzgarının dokunuşlarıyla bir o yana bir bu yana devinip dizlerini döven, gün görmüş ve geçirmiş nur yüzlü dedelerin, ninelerin kırışıklarında yapraklarını dökmüş ağaçlar da ağıt yakıyordu… Neler oluyor dememe kalmadan, gök, birden ağır ve tempolu ve gür sesli üflemeli çalgıları, gök gürültülü davulları, nakkareleri, çalparaları, esrik timballeri ve yüksek frekanslı zilleriyle bulutlara ses verdi, bulutlar da reverans yaparak düzenli bir şekilde bir sağ yana, bir sol yana açıldılar… açıldılar ve bir yanında Aztekli Kadim Tanrı(1), diğer yanında Persli Atar(2) ile Ateş Tanrısı Vulcanus(3), ateş yüklü arabalarıyla çıktı ortaya… işte o zaman yaşlı, kadim ve bilge deniz minaresinin ağlayan, ağlatan, kederle anlatan fısıltılı sesini tam olarak duydum… anlattıklarına kulak verdim…


Bundan tam yedi yıl önceydi, sabah çalışırken beni can evimden vuran, telefonla aldığım haberdi… Balmumcuda işyerimde Adalar’ı her zaman görmek üzere konumlandırdığım masamda telefonla konuşurken, telefonda anlatılanlar nedeniyle göz ucuyla adaya baktım. Daha dün, haftaya görüşmek üzere arkama bakarak vedalaştığım, üzüldüğümü görüp de üzülmesin diye uzaktan el salladığım, can dostum, Burgazım, hiçbir zaman kesmeye kıyamadığım, kıvrımlarında kaybolduğum, gölgelerinde uyuduğum, örgülerinde serinlediğim o güzelim saçlarından tutuşmuş cayır cayır yanmaya başlamış, üstünü yoğun bir duman bulutu sarmaya başlamıştı… hemen fırladım aşağıya ve bindim arabaya… Bostancı’ya, gelene kadar zaman sanki durdu da ben, ışınladım başka bir dünyaya… O dünyada, kulağımda her canlıdan, her dilden, yardım dileyen sesler yankılanmakta… bir yandan beni sorgularlarken, bir yandan da;

-Bize bunu neden yaptınız? diye ağlamakta…

Boğazıma bir yumruk tıkandı ve zorlukla konuşurken ben de kendime sordum,

-Nasıl oldu? Kim yaptı?

Vapur Adaya yaklaşırken, bir çöl fırtınası altında kum beji renginde amorf bir fanusa dönmüş göğün altında ada, her göz kırpışta başladı kaybolmaya… yalnızca ateşin, görünen kızılkara dili zaman zaman aralardan sağa sola uzanıp ağaçları ve makileri yalarken, kavrulmuş kozalak, dumanı tüten çam iğneleri, yılların yorgunu köşklerin yanan tahta kokuları ile külleri, azgın lodosla üstümüze, yayılmakta…
Lodosla, sesler tekrar geldi kulağıma ama ayıramadım, bilemedim, kimlerdi kulağıma inleyen, yalvaran ve fısıldayan? Birbirine saygılı, diplomat tavırlı, bir kol mesafesinde dimdik duran çamlar mı? Göklere yükselen kadim kızılağaçlar mı? Baharda çiçekleriyle kar yağdıran akasyalar mı? Yanaklarımıza tıka basa doldurup da dudaklarımızı kan kırmızı boyayan böğürtlenler mi? Yavuklumuza kolye yaptığımız kocayemişler mi? Köstebekler mi, köklerin can suyunda kafa bulan? Yoksa kirpiler mi, yılanları hedef tahtası yapan? Kaplumbağalar mı, tavşanlarla yarışan? Kertenkeleler mi çipil çipil gözleri bir o yana bir bu yana tarassutta bulunup sinekleri, böcekleri kovalayan? Kuş yavruları mı, ağzı açık hazır mama bekleyen? Kimlerdi, kimlerindi kulağıma gelen “Sesler?”

“-Tepemize çöktü bir felaket! Bizi kim kurtarır buradan?

-Neden biz? Neden karardı gökler? Duman mı bir kâbus mu ormanın üzerine çöken?

-Gündüzü karartıp içimizi sıkıntılara sokan kim?

-Alevler yapraklarımıza, alevler dallarımıza, alevler barındırdığımız dostlarımıza dokunuyor. Alevler özümüzü emiyor, ruhumuzu yok ediyor…

-Hiç değilse kesseydiniz bizi de konuşabilseydiniz bizimle, o zaman biz sizi duymasak bile, bilirdik aynı evde beraber barındığımızı, aynı sandalyede oturduğumuzu, aynı sehpada gül kokladığımızı, aynı sandalda rızkımızı çıkardığımızı, aynı faytonda koştuğumuzu… aynı sopalarla dövüşmeye bile razıyım, yeter ki yanmayalım… Çok korkuyorum…” 

...derler, ben de korkudan mı, kızgınlıktan mı, üzüntüden mi titrerken; indik Adaya… Henüz tepede ve tepenin az eteklerinde süren yangına müdahale etmek için karınca kararınca, beraberimdeki arkadaşlarım Cihan, Metin ve ben sağa sola fırlayan ve yanan kozalak bombardımanı altında, doğru tırmandık Çakıltaşı sokağına, oradan da ormana doğru hamle ettik ama yaklaşmak ne mümkün?... bakakaldık, birbirine sarılmış yanan dallara, ağaçların damarlarından fışkıran alevlere, yatağından sıçrayan, fırlayan kozalaklara, çaresizlikle elini beline koymuş ağlayanlara,… “bari inelim de durumu izleyelim evi barkı tehlikede olanlara yardım edelim” dedik… aşağıya Mehtap sokağa inerken Avi’yi gördük, şaşkın, koca bir tüp, patlamasın diye evden çıkarmış, sırtına almış! “Ben bunu ne yapayım?” diye sormakta… Deniz elinde bir kürek yukarıya koşmakta, yanında onunla beraber koşan gençler, yangına çare arayan, tanıdığım, tanımadığım bir sürü insanla…

Sait Faik’in evinin oraya geldiğimizde, kilisenin bahçesindeki palmiye, dallarına takılan ateş topundan yine bir kozalakla, adeta havai fişeğe döndü, şaşkınlıkla bakanlara, keyif değil, sadece korku saçan… Koca Ayios Ioanis kilisesinin yaşlı bedeni yüzünü yalayan yalazların ışığında, sıra bana da mı geldi diyerek ürpertiyle titredi… o arada baktım herkes dağılmış kendi evine seğirtmiş varsa kıymetli eşyalarını almaya gitmiş… ben ise eve gitmek yerine, Adaya gelen giden takviye var mı bakmak için iskeleye doğru indim, uzaktan Hülya’yı gördüm… Garibim, bir yandan büyük bir panik ve aceleyle, yangın korkusundan ve dumandan etkilenen yaşlıların emniyetleri ve adadan uzaklaştırılmaları için çaba göstermekte, bir yandan da gecekondusu yandığı için kalp krizi geçirip, ışığa yürüyen rahmetli Faytoncu Hıdır’ın sağlığını merak etmekte… Ben de gözümden süzülen yaşları görmesin diye kafamı çevirip, dedim, “Merak etme!”… İtfaiyenin oraya geldiğimde boynuma sarılarak hüngür hüngür ağlayan Nalân, “Ahmet’in eve gittiğini, kalbi nedeniyle endişe ettiğini, ona bakmamı” istediğinde, doğru gittim oraya, bir tarafta Ahmet bir tarafta da Serkan, ellerinde “ben bu yangına ne yapabilirim?... çaresizliği içinde ellerinde bir bahçe hortumu bir oraya bir buraya koşuşturmakta… ki o anda bir dürtü ile kafamı kaldırdığımda, yangının bir yanda Büyük Çam Mevkii ile Avusturya Kilisesi öbür yanda Aya Nikola olmak üzere hemen bütün ormana rüzgarın etkisiyle hızla yayıldığını dehşetle gördüm, bütün ümidimi yitirmeye başladım. Burgazada yanıyor, biz seyrediyorduk… Her bir ağacının altı anı, her bir patikası kovalanan sevgili, her bir çiçeği yaşama sevinci, her bir kenarı ve köşesi sessiz bir kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri,  bir şişe şarap, en iyi dostumuz diye sığındığımız ormanımız, küçük istiridyelerimizi büyüteceğimiz, anılarımız ve geleceğe dönük hayallerimizle birlikte kül oluyordu…
    
İsyan ettim o an, isyan ettim rüzgâra ve dedim; Sen şimdi yükseklerde tepelerde oradan oraya dolaşırken bizi mi izliyorsun? Sana neler oluyor? Bak aşağıda senin taşıdığın tohumlarla doğan, serinliğinde soluyan bir sürü günahsız telef oluyor? Hala sana sığınıyor onlar, hala görevin var onlara… İnan, onlara bir şey olursa sen de dünya durdukça var olduğuna inanmadan boşuna yaşayacaksın! Neden arada bir sorunlar yaratıp ortalığı kırıp geçiriyorsun? Yükseklerden bakıp eğleniyor musun? Yeter artık bugün bize ettiğin… lütfen çekil git… Yoksa sen de mi tutsaksın bizim elimizde?… bütün yaptıklarımız, aptallıklarımız, doğaya saygısızlığımız ortada ama seni hala kutsayıp duruyor, sana yalvarıyoruz, … bu aptallığın bir çaresi olmalı… bu çareyi bulacak aklı niye vermedin biz zavallılara… belki verdin herkes başka türlü okudu senin söylediklerini, zebranın ana derisi siyah mı beyaz mı, tartışanlar gibi…

Birden, sanki sesimi duyan, Ahura Mazda(4), yanında Hürmüz, kulak verdi de yakınmama ve rüzgâr aniden duruverdi. Artık Burgazın yaşam alanlarına iyicene yaklaşmış, kızılkara dilini bir o yana bir bu yana uzatmaktan, kıvılcımlarını sağa sola fırlatmaktan, yanmamış yer kalmasın diye koşturmaktan yorgun düşmüş yangın, kesilen lodosla beraber olduğu yere yapışıverdi… ben de çöktüm kaldım Gökdemir Aralığındaki kesik ağacın üstüne, yitip giden bilincimle… yitik bilincim, dalıp gittiğim düşümde, Kaşığın ucunda derinlerin serinliğinde ancak geri geldi…

“Yaşlı ve bilge deniz minaresini dinleyenler, acıların ve yangının kararttığı bir günün kalıntılarını yansıtan yüzünden yaşlar süzülürken, onun, artık söz söylemekte zorlandığını, dudaklarının titrediğini izlerken, içlerinden genç bir deniztarağı dedi; “ulu bilge, sen nasıl dayandın bu acıya ve öyküye?”

Bitirirken bu öyküyü, uyuyamadım, yerimde duramadım, közlenmiş kozalak, kavrulmuş ve su emmiş odun kokusu burnumda, iki ara, bir dere havayı kokladım, yanmış canların çığlığı kulaklarımda, anıların külleri ellerimde, camdan korkarak baktım,  ateş yüklü arabasıyla Ateş Tanrısı Vulcanus tekrar çıkar mı acaba diye Burgazada’ya?…

------------------------------
6 Ekim 2010 / 26 Kasım 2010
Burgazada



(1)  Huehueteotl:Nahuatl diline göre "Kadim Tanrı", Aztek mitolojisinde ateş tanrısının adıdır. Bazen adı Ueueteotl olarak geçer. Aztek güneş takviminde Huehueteotl; Satürn diğer adıyla ‘Ateşin Efendisi' olarak adlandırılır.Aztek inanışında Huehueteotl; karanlıkta ışık, soğukta sıcaklık, ölümde ise hayattır.
 (2)  Atar: Antik Pers mitolojisinde, ateş ve saflığın tanrısı. Tanrılar kralı Ahura Mazda'nın oğludur. Modern Zerdüşt inancında hâlâ varlığını sürdürmektedir.
(3) Vulcanus:Roma mitolojisinde Jüpiter'in ve Juno'nun oğlu, Maia ve Venüs'ün kocası, Caeculus'un babasıdır. Ateşin ve yanardağların tanrısıdır, sanatın, silahların, demirin ve tanrılarla kahramanların zırhlarının üreticisidir. Yunan mitolojisinde Vulcan'ın karşılığı olan tanrı Hephaestus'dur.Etrüsk mitolojisinde Sethlans, Roma mitolojisinde Mulciber "yumuşatıcı", olarak da bilinir.
(4)  Ahura-mazda: Eski İran'da, tahminen M.Ö. 7. veya 6. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Zerdüşt, güya eski dini düzeltmek için ortaya çıkmış ve İran'daki çok tanrıcılığa karşı tek ilah inancını savunmuştur. Ona göre en yüksek Rab (ilah), “Ahura-mazda”dır. Ahura, her şeyi bilen, kâinat nizamını idare eden, her şeye hayat veren ve her şeyin hâkimi olan en büyük kudrettir. Bunlardan bir kısmı, ateşi tanrı kabul etmişlerdir. Bunun yanında, yine eski filozofların; “Birden ancak bir doğar.” sözleri sebebiyle, “düalist=iki tanrılı” bir inanışa saplanmışlardır. Şöyle ki; bu felsefi görüşün icabı, bir olan mabuddan (ilahtan) birbirine zıt olan hayır ile şer doğmaz. Bunların ikisi de ezeli birer ilahtırlar. Hayır, ilahı, bir nurdur ve iyiliğin kaynağıdır. Şer ilahı, karanlıktır ve kötülüğün kaynağıdır. Hayır, ilahı “Hürmüz”, Şer ilahı ise “Ehriman” adı ile anılmıştır. Bunlar birbiriyle devamlı savaş halinde bulunurlar. İyilik çoğaldığı zaman Hürmüz, kötülük çoğaldığı zaman Ehriman galip gelmiştir, derler. Bu ikili tanrı inanışına, dinler tarihinde “Seneviyye-Düalizm” adı verilir.
Sonra gelen Mecusiler, bir omuzunda hayır, diğer omuzunda şer (kötülük) bulunan ilahlar tasvir etmişler, resmini yapmışlardır. Mecusiler, ateşi hayır ilahı Hürmüz'ün bir sembolü kabul ettiklerinden, her tapınakta (Ateşgede) denilen ve devamlı ateş yanan yer yapmışlardır. Bu ateş hiç sönmemek üzere yanardı. Hiç kimse, buna dokunamaz, hatta soluğu ile dahi kirletemez. Onun için ateş yakan rahibin ellerinde eldiven ve ağzında peçe bulunurdu. Mecusiler, ateş yandığı müddetçe hayır ilahının şer ilahına galip geleceğine inandıkları için, ateşin hiç sönmeden yakılmasının lazım olduğuna inanırlardı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 T.C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
        06.10.2003, Pazartesi Günü
Burgazada’da Meydana Gelen Yangında
Oluşan Hasar Tespit İcmali
T.C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
İl Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü

SAYI: 175                                                                            09.10.2003

        06.10.2003 pazartesi günü İlimiz Burgazada da meydana gelen yangın neticesinde oluşan hasarlarla ilgili İl Bayındırlık ve İskan Müdürlüğünün çıkarmış olduğu hasar tespit icmali aşağıdaki gibidir.
1- Tamamen Yanan Bina Sayısı: 11
2- Hasarlı Oturulamayacak Durumda Olan Bina Sayısı: 4
3- Hasarlı Oturulabilir Durumda Olan Bina Sayısı: 4
4- Hasarsız Oturulabilir Durumda Eşyaları Zarar Görmüş Bina Sayısı: 4
NOTLAR:
§          Islah edilmeyen, sık yangınların çıktığı, vahşi depolama (Açıkta yığarak depolama) yapılan Burgaz ve Kınalıada çöplüklerinin çevresinde yangına karşı önlem yoktu.
§          Yangın sırasında, kısa sürede müdahale edilmesi için çöplük çevresine bir hidrant sistemi yapılması teklifi de göz ardı edilmişti.
§          Yazın yangın riski yüksek dönemlerde kiralanan yangın söndürme uçakların sözleşmesi 1 Ekimde bitmişti ve,
§          Adada yangın başladığında, Burgazada, o gün İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı'na bağlı 2 itfaiye söndürme aracı ve biri harekât merkezinde telsiz-telefona bakan 4 itfaiyeciye emanetti.

 -----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Mehmet Altın

VENEDİK KANALLARINDA


“Nalları Kanlı Dört At”


Anlatı





iüif@yahoogroups.com yayınları VI.

Venedik Kanallarında “ Nalları Kanlı Dört At

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının ve yazarın izni olmaksızın hiç bir yolla çoğaltılamaz.

I.  Basım: Mayıs 2012

Yayına hazırlayan: Mehmet Altın
Kapak tasarımı: Mehmet Altın 

Ön kapak resmi: Quadriga Atları
Arka kapak resmi: Konstantinopolisi kuşatan haçlılar  





Burgazada ReUnion Meeting 2012’ ye,

03 Mayıs 2012
Mehmet Altın




  

ÖNSÖZ
  
Ben bu anlatıyı kaleme almaya, bir önceki anlatımı okuyup da övgüleri ile bana cesaret verenlerden biri, Burgazdaşım, Jul Amado’nun önceki anlatıda yer alan, eflatun harmaniyeli dört atla ilgili, “ Bir gün bu atların kendi ağızlarından hikâyelerini anlatırsanız büyük bir zevkle okur, saklarım… “ demesinin hemen ardından 2012 Ocak ayında karar verdim.

Kararımı hayata geçirmek için tarihin tanığı yaşlı ve bilge deniz minaresine gidip  “ eflatun harmaniyeli dört atın neden leyleklerle beraber olduğunu? “ sorup da hüzünle harelenen gözleriyle bana baktığında, onu ilk defa anılarını anlatmakta isteksiz gördüm. Nitekim bu öngörümde de yanılmadım. Defalarca sordum ve her defasında onun anlatmak için ağzını açtığını sandığımda, ben de bir bebeğin meraklı beklentisinde, dinlemeye hazırlandım, ardından da anlatmaktan vazgeçtiğinde bir ergenin yarım kalan sevdasında, hayıflandım… kısacası, kağıt, kalem, başvuru, kronolojik hata endişesi, kurgunun sağlam nefesi, yaşlı ve bilge deniz minaresini ikna süresine bir de gün be gün oraya buraya savrulmanın gerginliği eklenince, baktım ki bu kısacık anlatıyı yazmak Mayıs ayına kadar sürmüş…

Buna da şükür deyip “şimdiki değil anılarımdaki”, İstanbul için yazılmış masallara, alçak gönüllü bir İstanbul masalı daha eklemeyi bir kere daha denerken, bu masalı Burgazdaşım Jul Amado’nun şahsında Burgazada ReUnion Meeting öbeğine armağan etmeme izin verin…

Beni bu şehre bağlayan dostlarıma, yoldaşlarıma, arkadaşlarıma, hasımlarıma, hısımlarıma, aileme, ama en önemlisi Burgazadama bin minnet, bin şükran…


--------------------------------------------------------------------------------------------- 

  


M.Ö. IV. ya da M.S. III. y.y.a ait olduğu düşünülen Quadria Atları olarak bilinen
altın kaplama bronz heykel gurubu,
Antik Çağ’dan beri günümüze sağlam ve bütün olarak kalan tek örnektir.
Sadece estetik olarak değil, zafer takları üzerine buna benzer heykeller yerleştirilmesi geleneğinin ötesinde, Hıristiyan dünyası için, İsa’nın öğretilerini yayan dört İncil yazarının sembolik temsilcisi olarak kabul gördüğünden taşıdığı anlam nedeniyle de büyük değer taşımaktadır. 
Quadriga Atları ile beraber
Doğu Roma Ve Batı Roma İmparatorlukları 'nın birliğini ve yönetimini simgeleyen
Tetrarchs heykelinin de
Konstantinopolis’ten, Venedik’e taşınmasının
 bir amacı da
Hıristiyanlığın merkezi yapılmaya çalışılan Venedik’in üstünlüğünün
sembolik biçimde ortaya konulması
olarak gösterilmektedir.




VENEDİK KANALLARINDA

“ Nalları Kanlı Dört At

2011 yılının Eylül ayının ilk günlerinde, Hristos’un üzerinde gördüğüm leyleklerin hikâyesini sizlere naklettiğimde Ioudas Enotıta=Erguvan Birlik” ile beraber “eflatun” harmaniyeli dört attan söz etmiştim… Etmiştim ama onların leyleklerle olan beraberliklerine açıkçası bir anlam verememiş, bunu ilk fırsatta yaşlı ve bilge deniz minaresine sormaya karar vermiştim. Neyse, bunu yılın ilk günlerinin birinde, akşamüstü karanlığının Burgaz’ın sokacıklarına süzüldüğü, Kaşıkadasındaki dostlarımın kabuklarına çekilmeye hazırlandığı, kar tanelerinin, penceremin denizliğindeki nar taneleriyle, çam ağaçları arasından kaleydeskop[1] misali, onlarca, görsel ziyafet sunduğu saatlerde yaşlı ve bilge deniz minaresine sordum;
Senden, bundan önce
Erguvan Renkli Leyleklerin hikâyesini dinledim.
İstanbulumun ruhunu ararken,
Hikâyenin sonunda hüzünlendim.
ancak bir merak düştü içime,

“lütfen söylesene,
kimlerdi onlar,
leyleklerle beraber uçan,
eflatun harmaniyeli,
o dört at?”

O da dedi.
 “Bunu bana sormasın…”
diye hep dua ederdim.
Haklarında anlatacağım olaylar o kadar korkunç ki, yıllar boyunca anlatmaktan kaçındım.
Kötülüğün ve ölümün,
dini maskara edip,
masumlara alay etmesini,
bedenleri haince tahrip etmesini,
mülkleri ve inançları yağmalamasını
dehşetle izledim.
Kadim zamanlardan beri yaşadığım bu denizlerde, 
Yeryüzü böyle bir katliam ve felaket yaşamamıştır ki;
onu bilir onu söylerim…

deyip, durdu…
bir türlü anlatamadı…
deyip, durdu…
bir türlü anlatamadı…
deyip, durdu…
sonra anlatmaya başladı…

-0-

Söylentiye göre M.Ö.451 yılında Argos’ta[2] önüne çıkan her engeli delip geçen kavurucu bir yaz güneşi altında, Korint yakınlarında Sikyonia’da doğmuş, yıllarca bronz işçiliği yapmış,  ünlü heykeltıraş Lysippos ile öğrencisi Lindoslu[3] Khares[4] kil, reçine ve balmumundan yapılmış bir karışımla oluşturdukları kalıplara kan ter içinde ama bir o kadar da sevinçle baktılar.

Kalıpların biri, Mora yarımadasına herhalde savaş ganimeti olarak düşmüş, her türlü iklim koşullarına dayanıklı, Karakurum çöllerinin yıldıza kesmiş gecelerine sevdalı, metalik altın donlu, gök gözlü Akhal-Teke atının, diğeri ise demir kırı donu ile tavırları ağırbaşlı,  ayakları uzun beyaz sekili, nur yüzlü, mahmur bir Arap atınındı.  Diğer iki kalıptan birisi rengini, dörtnala koşarken donuna sıçrattığı çöl kumlarından almış, kirli sarı, kula donlu, siyah saçlı bir hergelenin, diğeri de yağız, esmer, kara donlu, alnı süt beyaz akıtmalı, heybetli ve baba yiğit, belli her ikisi de güngörmüş ve geçirmiş ve her ikisi de Arap kökenli Barb atlarınındı. Koşum olarak yalnızca göğüslükleri takılı, ikisinin sağ ön, diğer ikisinin sol ön, rahvan koşar, kalkık ayakları ile dört aygırın da antik çağın heykelcilik sanatının görkemli heykellerine temel olacak kalıpları bitirilmiş, işin artistik yanı tamamlanmış, döküm aşamasına gelinmişti.

Artık sıra yörenin ve devrin en büyük döküm ustalarından Palmiralı Tadmur’un yıllarca iş üstünde meleke kazanmış, dikkatli ve becerikli ellerindeydi. Sazlarla kaplı büyük bir sundurmanın altında bulunan üç kişi, Lysippos, Khares ve Tadmur birbirlerine güvenle baktılar ve Tadmur kalfalarını çağırarak dört atın da kalıplarının döküme hazırlanmasını emretti.

Kalfaların işaretiyle kalıpların her biri, döküm atelyesinin kalıp hazırlama bölümüne son derecede dikkatli bir şekilde götürüldü ve alından kuyruğa bakışımlı bir şekilde ikiye bölünmeleri için hazırlıklara başlanıldı. Atelye çalışanları, yılların ve beraber çalışmanın getirdiği ustalık yanında adeta bir ekol olan, ünü her yana yayılmış atelyelerinde bütün bu işlemleri her zaman ustalıkla yapsalar da kalıpların hiçbir şekilde zarar görmemesi gerektiği için Tadmur, kalıp hazırlama bölümüne giderek bir aksama ve hata olmaması için tekrar herkesi uyardı ve yapılanları gözetimine aldı ve günler boyu sürecek işlemlere başlandı…

Kalıplar birbirine bakışımlı olarak kesildi.
Dış yüzeyleri korumaya alındı ve
iç tarafları belli bir et kalınlığına kadar oyuldu.
Metal havuzlar içinde dış ve iç yüzeyleri sarıp sarmalayan alçıdan dişi kalıplar yapıldı.
Metal havuzlar içindeki dişi kalıplar bakışımlı olarak preslendi…
ve
iki havuz arasındaki rahim ağzına
tamamına yakını bakır, bronz eriyiğin ilk tiraji, 
Roma döküm tekniğini benimsemiş Tadmur tarafından dökülür,
heykellerin her biri göbek bağından gelen eriyikle alçı kalıbın damarlarında şekillenirken,
rahimde beslenen heykellerin her biri bronz form kazanana kadar beklediler…
ve
kalıplar açıldı.
bakışımlı parçalar narin ve usta eller tarafından birleştirildi…
göbek bağları kesildi…
sağrılarına indirilen bir şaplakla
canlanan her bir atın canına
bir bronz can katılırken,
dört at
yapımı daha önce tamamlanmış
quadrica[5] arabasına teker teker çekildi
ve
teker teker koşularak;



“güzellik ile zarafetin,
cesaret ile gücün,
yetenek ile karakterin,
aklın birlikteliğini simgeleyen
insanlardan sonra insanlık tarafından genel kabul gören
canlıları temsilen...”

bundan böyle
Quadrio Atları
olarak anılacak
anıt heykel
hazır hale getirildi.

-0-

ve
tamamlanınca
heykel,

model atların, her birinin teker, teker
 gururla kalkan başları,
her birinin diğerinden,
kıvılcım saçan gözlerinden
aldıkları komutla,

Quadrio Atları

şaha kalktılar
ve
yüzyıllar süren bir koşuya
dört nala daldılar…

saban oldular köylülere, kölelere
 ekmeği bir karış toprakta…

pusu kurdular avcılara
avları ok menzilinde…

yoldaş oldular gözü pek ulaklara,
kellesi ileti içinde…

yel oldular yarışlarda çılgın kalabalıklara,
zevkin zirvesinde…

mekan oldular korkak, zalim bir o kadar cesur savaşçılara
canları kılıçların ucunda…

sığınak oldular kaçkın, gezgin, düşkünlerin
umutlarına…

durgun suları rahvan,
azgın suları dörtnal, demir toynak,
geçerken
topladı her biri nar tanesi damlaları kuyruklarında ki,
kızgın çölleri yıldızların altında aşmaya yudum, yudum
ve
sonra
vardılar
Güzel Atların Güzel Ülkesi
Kapadokya’ya
el alıp, el verip dinlendikten sonra
tekrar yola koyulup
sonunda vardılar
Habib-i Neccar dağındaki mağaraya…[6]
Matta,[7] Marcos,[8] Luca,[9] Yuhanna,[10]
adıyla kutsanıp[11]
çıktılar
kutsal mağarada
yıllar süren yılkıya…

-0-

IV. Yüzyılın sonunda, 395’de ikiye ayrılan Roma İmparatorluğunda Batı Roma İmparatorluğu güç kaybeder, sona doğru yaklaşırken, Doğu Roma İmparatorluğu güçlenmekte, V. Yüzyıl itibariyle Konstantinopolis dünyanın en önemli şehri olma yolunda adım, adım ilerlemektedir. Şehir, kültür yapıları, sanat eserleri ve heykellerle donatılmış, gerçek bir zenginliğe kavuşmuştur. Bu niteliği ile dışarıdan da göç alan şehrin nüfusu hızla artmış, genişleyen şehir, Konstantin Surlarının dışına taşmıştır. Şehir halkını bu koşullarda korumak olanak dışı olduğundan yetenekli ve seçkin imparator naibi Anthemius’un emriyle, bugün dahi Theodosius Surları olarak anılan, Haliç’ten, Propontis’e, yani Marmara’ya kadar uzanıp tüm şehri korumaya alacak surların, Roma’nın bin yıllık bilgi birikiminden de yararlanarak yapımına başlanmış, II. Hagia Sophia kilisesinin inşaatı da On Ekim 415 yılında tamamlanmıştır. Konstantinopolis, Batı Roma’dan gelen aristokrat ve üst yöneticilerin inşa ettirdiği malikâneler ve saraylarla beraber sanat eserleri ve heykellerle donatılmış şehir gerçek bir zenginliğe kavuşmuştur. Daha sonra yönetimi fiilen eline alan II. Theodosius[12], 425 yılında Latince, Grekçe, hukuk ve felsefe dallarında 31 kürsüsü bulunan bir üniversite ile şehrin zenginliğini derinleştirmiştir.Şehir tam bir açık hava müzesine dönüşürken, nüfus da Monofizitler[13],  Nestorianlar[14], Arianlar[15] gibi birbirleriyle anlaşamayan mezheplerle bölünse de Hıristiyanlardan oluşmaya başlamıştır.

İşte tam da bu günlerde, şehir, bir yandan yukarıdaki sosyal ve kültürel hareketliliğini sürdürürken, sarayda da bir yandan, II. Theodosius ile eşi İmparatoriçe Evdoksiya’nın yakında evlendirecekleri kızları, Licinia Evdoksiya’nın düğün, bir yandan da düğünden hemen sonra kutsal toprakları görmek üzere Kudüs’e gitmek isteyen İmparatoriçenin yol hazırlıklarının hareketliği sürüyordu. Nitekim bu konuları görüşmek ve hava almak üzere sarayın bahçesine çıkan İmparator ve İmpartoriçe oya gibi işlenip kenar süsü haline getirilmiş bahçedeki büyük lükstrümlerin yanında dolaşırlarken yandan gelen seslere kulak kabarttılar… Bazı saray görevlileri ile üst rütbeli birkaç asker,  ününü duydukları Quadrio Atları hakkında konuşuyorlar, bu atların Konstantinoplis’te bulunmasının şehre itibar kazandıracağını düşünüyor ama bunun nasıl hayata geçirilebileceği ve ne yapmaları gerektiği konusunda tartışıyorlardı. Konuşmaları kendisini göstermeden dinleyen bu atların Konstantinopolis’te bulunmasının şehir kadar kendisine de itibar kazandıracağını ayırtına varan II. Theodosius, eşine baktı… o da onun ne demek istediğini hemen anladı…


İmparatoriçe Kudüs’e gitmeden önce konaklayacağı Antioch, Antakya’ya geldiğinde, yüzyıllardır yılkıya yatmış, Quadrio Atları’nı yanına alacak,  kutsallık kazanmış bu atlarla Kudüs’e gidişi daha da bir anlam kazanacak, dönüşünde de asırlardır yılkıya yattıkları her aybaşına gövdelerine altın bir yaldız işlenmiş bu bakır atlar hipodromda İmparatorluk Locasının üstünde görkemli yerlerine kavuşacaklardı.  
-0-
Sabah olup da
Matta, Marcos, Luca,  Yuhanna,
 asırlar sonra dünmüş gibi
 uyandıklarında;
sırtlarında cüppeleriyle seyisler,
sularını içirip,
onları
önce arpa, çavdar ve yulaf karışımı
sonra da elma ve havuç ile beslediler…
tımarlarını yapıp
yelelerini Selanik örgü ördüler,
kuyruklarını tarayıp,
pedikürlerini yapıp
nallarını parlattılar
başlık ve göğüslüklerini takıp
İmparatoriçeye atfen
her birine
“Eflatun” harmaniye giydirip
Quadrica arabasına çekildiler…
-0-
İmparatoriçe Aelia Eudocia Augusta’yı
başlarıyla selamlayan
Matta, Marcos, Luca,  Yuhanna,
sürücülerinin dizgin işaretiyle
harekete geçip kendilerini çiçeklerle uğurlayan
Antioch[16] halkının arasından geçtiler
ve
rahvan tempoyu dörtnala çevirdiler…
-0-
İmparatoriçe Aelia Eudocia Augusta
dalarken rüyaya,

gördü atları, vatoz kanat, suları yaran
kuyruk teleklerinden inci gibi sular damlayan…

gördü atları, yılan kıvrak, tuzaklarla dolu engellerin arasından dolanan…

gördü atları, hecin deve, çölün ufuk çizgisinde seraba bulanan…

gördü atları, samanyolu içinde kartal kanat,
yıldız saçan kumlar etraflarında akan…

gördü atları, koşumlarına bağlı düzenek, gök kubbeyi indiren
Kudüs’ü saygıyla beraber şaşkına çeviren…
ve
uyandığında rüyadan
gördü atları, Hipodrom’da
Kathisma’yı[17] süsleyen…
-0-
Yeryüzünü temsilen at nalı biçiminde, kulelerinde imparatorluğun ve yarışa katılan takım bayraklarının dalgalandığı hipodromdaki yüz on bin seyirci arasında yer alan ve Kathismanın sağında ve solunda oturan Beyazlar ile Kırmızılar, buna karşılık hipodromun kuzey ve güney uçlarında oturan, kendilerinden kat be kat üstün Mavilerle Yeşillerin karşılıklı atışmalarını izlerken, pembe granitten yontulmuş ve Büyük Theodosius tarafından Mısır’daki Luxor Karnak tapınağından getirilip Hipodromun ortasına yerleştirilmiş, Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi Dikilitaş’ın[18] gölgesi, öğlenden sonra saat dördü vurduğunda, beyaz tunik giysileriyle iki görevlinin uzun tubaları üflemesiyle   İmparator ile İmparatoriçe Kathismada yerlerini aldılar.

Şehrin, İmparatorluk başkenti oluşunun kutladığı bugünkü yarışlarda soyluların çoğunlukta olduğu Mavilere karşı çarşının içinden çıkmış Yeşiller, “her şeye karşı”  haykırıyor, sabah yapılan yarışları kazanan, kurallara göre kaybeden Mavilerin arabasıyla tekrar yarışacak, adına heykeller dikilmiş rüzgârın oğlu Porphyrius’dan yana gösteriler yapıyor, bir yandan da sahadaki dansçıları, akrobatları ve müzisyenleri alkışlıyorlardı. Saha tam bir curcuna gibiydi… gökyüzü rengarenk fişeklerle dolmuş, havada ağzından alev saçan adamlar takla atıyor, elleri tefli çengiler ayı oynatıyor, keskin nişancı palyaçolar, diğerlerinin başlarının üstündeki kabakları okluyorlardı… Yarışı Theodisius sütununun oradan yönetecek, en yetkili yarış sorumlusu prefekt’in sütuna doğru yürümesiyle sesler kesildi. Katismanın altındaki geçitten çıkan quadriacalar yarışın başlangıç yeri, Hippodromun kuzeyindeki, on iki ayı temsil eden on iki kapılı Carceres’in önünde yarışa başlama konumunu aldılar. İmparator ayağa kalktı ve elindeki mendili yere bırakmasıyla aynı anda sıralanan dört takımın sürücüleri yay gibi gerildi. Yılandilli kamçıları atlara doğru uzanırken yedi tur atmak ve yarışı önde bitirmek üzere dizginlerini allegro tempoda orkestra şefi gibi kullanmaya ve çılgınca bir yarışı sürdürmeye başladılar. Bu arada ikinci tura geçilmiş hipodromun dar kenarındaki spendhonun önündeki dönemeçte kırmızılı bir araba devrilmiş içindeki sekiz kırmızı yarışçı savrulmuş ikisi kendi arabalarının altında, bir diğeri de mavi arabanın atlarının altında ezilerek ölmüş, diğerleri de kurtulup yarış yerinden koşarak uzaklaşmışlardı ki tam o sırada;
-0-
Bir çift sarı göz imparatora kilitlendi…
İmparator beyninin kıvrımlarında dolanan bakışları hisseti…
Kimindi bu bakışlar?...
yoksa bu gözler,
yanında oturan,
güzelliği dillerde dolanan
kızına mı kilitlenmişti, diye fikir yürütürken?...

Altın uçlu bir ok, hızla fırladı yayından,
Katismanın arkasından, yukarıdan,
amaç, vurmaktı İmparatoru tam kafasından,
ok yirmi santim aşağıya vurdu hesaplanandan…
 -0-
1200’lü yılların başında, Haçlıların Mısır üzerinden Kudüs’ü fethedebilmeleri için gerekli akçalı desteği sağlayacağı, daha da önemlisi Doğu Ortodoks Kilisesini Roma Katolik Kilisesine bağlayacağı sözünü veren ama karşılığında da Doğu Roma İmparatoru olmak için Venedik Doç’u Enrico Dandalo’nın yardımını isteyen ve taht uğruna Doğu Roma İmparatorluğu’nu Latinlerin özellikle de Venedikliler’in ipoteği altına sokan, IV. Aleksios Angelos ile müşterek İmparator, babası II. İssakios Angelos, asık suratından dolayı Murzuphlus diye anılan, V.Aleksius Dukas tarafından, Haçlıların da alttan alta yardımlarıyla tahtan indirilmişler ve kısa bir süre sonra da öldürülmüşlerdi.

Nitekim, bu seferin akçalı desteğini sağlayan Enrico Dandolo’nun ne Kudüs’e gitmek,  ne onları  nakletmek, ne de IV. Aleksios Angelos’un Venedik'e olan borçlarını geri almak gibi bir amacı vardı. Onun asıl amacı, Doğu Roma İmparatorluğu'nu yıkmak, yerine Venedik çıkarlarında başka bir hedefi olmayan, bir kukla imparator getirmek ve böylece büyük bir Venedik İmparatorluğu’na zemin hazırlamaktı.

Konstantinapol’e geldikleri, Chalcedon[19] ve Scutari[20] önlerine demir attıklarından, yani 24 Haziran 1203’den beri surların arkasında duran zenginlikleri yağmalamak için Vandal dürtüleri kıpır, kıpır Latin ağırlıklı Haçlılar, o günden bugüne Haliç’i düşman gemilerinden koruyan zinciri aşmışlar, surların en zayıf noktası Blakhernaı Sarayını zorlamışlar, Venedik gemilerinin Haliç sahiline en yakın yerleri topa tutmasıyla açılan gediklerden şehrin bu yöredeki evlerini ateşe vermişlerdi. Bu nedenle on binlerce kişi evsiz kaldığı gibi Blakhernaı Sarayı da kısmen yanmış, kaçan İmparatorun hazineyi boşaltmasıyla elleri boş kalan Latinler, bu yüzden çılgına dönmüş, üstüne üstlük,  kukla imparator olmasını öngördükleri İmparator Murzuphlus V.Aleksius Dukas, bırakın kukla olmayı Haçlılara köstek olmak için her türlü çabayı göstermeye ve askeri önlemleri de arttırmaya başlamıştır.

İşte bütün bu nedenlerle, İmparatoru katlederek saf dışı bırakmak amacıyla tuzak bir görüşme çağrısı yapan Enrico Dandolo ile İmparator Murzuphlus, Kasmıdıon [21] dolaylarında buluştuklarında, bir tepenin ardından birden bire çıkarak saldırı başlatan Venedik atlıları ile II. Aleksios Komnenos zamanında Kuzey Ülkesi “Viking” Kralı Sigurd’un İmparatorun kendisine gösterdiği konukseverlik karşılığında kendi ülkesinden ve gönüllülerden oluşan seçkin bir birlik olan İmparatorluk Varangian muhafızları, imparatorun komutası altında, İmparatoru gözeterek kahramanca çarpışırlarken içlerinden biri, Magnus’un uyarmasıyla, İmparatoru hızla kenara ittiler ama…

“… ok yirmi santim aşağıya vurdu hesaplanandan…”

…izleyen birkaç gün sonra, 12 Nisan 1204 günü Konstantinopolis’in en karanlık günüydü. Sabahın erken saatlerinde şafağın Chalcedon sırtlarında görünmesiyle başlıyan Haçlı saldırısına bir süre direnen şehir,  öğlene doğru korumasız kalmış, akşama doğru ateşe verilmiştir. O dönemin ve dünyanın en güzel, en ihtişamlı, en büyüleyici şehri, dünya tarihinde ne daha önce ne de daha sonra görülmemiş bir biçimde ve üç gün gibi kısa bir süre içinde yağmalanmıştır. Evler, saraylar, kiliseler talan edilmiş katliamlar, ırza saldırı basit olaylar haline gelmiştir. En büyük yıkım, Tanrının Kutsal Bilgelik Kilisesi, Hagia Sophia’da yaşanır… deyip devam eder, yüreğinden yaşlar süzülürken onu tanıdığımdan beri anılarında ilk defa bu kadar yorgun ve kederli olarak gördüğüm, yaşlı ve bilge deniz minaresi,
-0-
 “ Bu yalnız
Konstantinopolis’in
Hagia Sophia’nın
değil
dünyanın en karanlık günlerinden biriydi.

mermerin damarlarında
granitin kristallerinde
demirin kıvrımlarında
ahşabın suyunda, sokrasında [22]
mozaiklerin yorumunda
altın ve gümüşün dindarlığında
kubbesinin atılımında
her dinden, her kavimden
sanatkar ve zanaatkarın elinden
hayat bulan,
o muhteşem ve olağanüstü yapıt,
Hagia Sophia
din adına, dindarlar tarafından yağmalanır,
dini simgeler
o gün orada,
masumların kan ve gözyaşlarına bulanır,
Vandalların ayakları altında çiğnenirken,
İnsan kavminin inananları, İnandıkları ONU da göremediler?...
    

Yağmaya katılan ama yıkımdan uzak duran Venediklilerden bir kısmı da Hipodrom’a gittiler. İçlerinden bir, Morosini ve beraberindekiler, buradaki eşsiz sanat eserlerini, altın ve gümüş eşyaları, paha biçilemeyen heykelleri, donanmayı oluşturan gemilerden bazılarının kendine ait olmasının getirdiği kolaylıkla sonradan Venedik’in en önemli sembolleri arasına girecek olan Quadriga Atları yerinden sökerek, Antik Çağ’dan, o güne, o günden de günümüze sağlam ve bütün olarak kalan, Hıristiyan dünyası için, İsa’nın öğretilerini yayan dört İncil yazarının sembolik temsilcisi olarak kabul gören bu heykelleri, Hagia Sophia’nın da artık Venedik’e bağlanmış olmasını temsilen Venedik’e taşımak üzere harekete geçtiler…

-0-

Kadırgaya yüklenmiş,
Seyir emniyetleri iplerle sağlanmış
dört at,
Matta, Marcos, Luca,  Yuhanna,
birbirlerine baktılar,
gözleriyle anlaştılar,
ilk harekete geçen ve suyu en çok seven Yuhanna,
bağlarını koparıp sol arka sekisi üzerinden yaralansa da
kırmızısı bol hiddeti yoğun gözleri,
ve
her şaha kalktığında bir Venedikli’nin alnında patlayan toynakları
ile
Matta, Marcos ve Luca’ya
zaman kazandırıp
onlar da bağlarından kurtulduklarında
Venediklilerden geriye sağ kalanlar
başlarını kaldırdığında

eflatun harmaniye giymiş
nalları kanlı dört at’ı…

rahvan tempoda, beşerli süvari birlikleri düzeninde,
 gözyaşları Hagia Sophia,  
sağ kanatları göğüs üstünde,
tek salto çekip, süzülerek
Kostantinopolis halkını
elemle selamlayan
büyük bir leylek sürüsünün başında
Pegasus kanatlarıyla uçarlarken
gördüler…



deyip, el verip, diz vurup, hikayesini bitirdi gözü yaşlı ve bilge deniz minaresi…

 ---------------------------------------------------
 Ocak- 03 Mayıs 2012, Etiler



[1] Çiçek Dürbünü
[2] Mora yarımadası, Pelopones bölgesinin en eski ve önemli şehirlerinden birisi.
[3] Rodos adasında Dorlar tarafından kurulmuş arkeolojik bir kasaba
[4] Rodos şehrinin limanının girişinde bir zamanlar bulunduğuna inanılan ve antik dünyanın yedi harikasından biri olan Yunan tanrısı Helios'un heykeli Clossus’u yapmıştır.
[5] Yan yana koşulmuş dört at tarafından çekilen yarış arabası.
[6] Antakyanın doğusunda bulunan bu dağdaki mağarada bulunan Saint Pierre Kilisesi’nin dünyanın ilk kilisesi olduğuna inanılır.
[7]Matta İncili, İsa'nın oniki havarisinden biri olan, Roma vergi memuru Celile'li Matta tarafından yazıldığı kabul edilen incildir. Matta İncili, İsa'nın soyağacı ile başlar, hayatını ve dinî faaliyetlerini özetler.
[8] Markos İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü oluşturan kanonik incillerden ikincisidir. "Evanjelist Markos" olarak da bilinen Yuhanna Markos tarafından yazılmıştır. Matta ve Luka İncillerine kaynak teşkil ettiği ve incillerin en eskisi olduğuna inanılır. Vaftizci Yahya'dan İsa'nın göğe yükselişine kadar olan kısmı anlatır.
[9] Luka İncili, Vaftizci Yahya'nın doğumundan İsa'nın göğe yükselişine kadar olan yaklaşık 35 yılı kapsar. 
[10] Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü meydan getiren kanonik incillerden sonuncusudur. Kelime anlamı olarak "sevgili" veya "sevilen" demektir. Balıkçılık yaparak geçinen, "EvancelistYuhanna" olarak da bilinen, havari Yuhanna tarafından yazılmıştır.
[11] Hıristiyan dünyası için “quadriga” atları, İsa’nın öğretilerini yayan dört İncil yazarının sembolik temsilcisi olarak kabul gördüğünden son derece önemlidir.
[12] II.Theodisius, İmparator Flavius Theodosius, 401-450. 408’de imparator oldu.
[13] Buna göre kelam İsa ile birleşmeden önce de İsa Tanrı idi ve Meryem'den doğan çocuk (İsa) tam bir insan ve tam bir tanrıdır. Dolayısıyla da Meryem Tanrı'nın annesidir. İsa'da bulunan Tanrılık ve İnsanlık özellikleri değişmeksizin birleşmişlerdir ve birbirinden ayrılamazlar,
[14] Buna göre, İsa, hem insan hem de kutsal bir varlıktır. Meryem de “Tanrı’nın annesi” değil , “İsa’nın annesi” dir.
[15] Buna göre, İsa, tanrı değil peygamberdir
[16] Antakya
[17] Hipodromda İmparatorluk Bölümü
[18] Theodisius sütunu olarak da adlandırılır.
[19] Kadıköy
[20] Üsküdar
[21] Eyüp
[22] Güverte döşemelerinde iki ağacın uç uca gelmesiyle oluşan aralık.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------



GELEN MESAJLAR
Nedense çok duygulandım... Bu bölümü iştah açıcı "aperatif" olarak kabullenip, sabırsızlıkla devamını bekliyorum.
Jul Amado 6 Mayıs 2012
Şahane
Gülçin Atıcı 6 Mayıs 2012
Devamını heyecanla bekliyorum, çok güzelll ...
Minu Yasemin Onurtak 6 Mayıs 2012 


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------









12 Nisan 1204 ve izleyen günlerde Konstantinapolis'teki, Haçlı Ordusu, kenti yağmalamış, Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir dönem yıkılmasına sebep olmuştur. Bu orduyu oluşturan Venedikliler’in yağmaladıkları sayısız eser arasında Quadriga Heykel Gurubu ile Doğu Roma Ve Batı Roma İmparatorlukları 'nın birliğini ve yönetimini simgeleyen Tetrarchs heykeli en bilinenlerdir. Bugün St.Marco Kilisesi'nin cephesinde yer alan bu heykellerden Tetrarchs heykelinin kırık bölümü yakın zamanda kazılarda İstanbul'da çıkmış ve Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Buna rağmen Venedik'te bu heykelin ve daha birçoğunun nereden geldiği belli olmadığı veya Suriye kökenli olduğu söylenir !… Hem Quadriga Atları heykel gurubunun hem de Tetrarchs heykelinin orijinalleri St.Marko Kilisesi Müzesinde sergilenmektedir.