BURGAZIN ARKA BAHÇELERİNDEN
“Ateşte Kalanlar, Ateşten
Artakalanlar”
Akşam gün batımında mehtap, günün yorgunluğunu, her gün pervane olduğu
yârin sularına saçlarını ışıl ışıl sererek giderirken, ben de Kaşığın ucundaki
dostlarım istiridyelere, her zamanki gibi, penceremden fısıldadım… fısıldadım
ama yanıt alamadım… Merak ettim, evden çıktım, vardım Fenerburnuna kulağımı dayadım
kayalara… hepinizin yakından tanıdığınız yaşlı ve bilge deniz minaresinin,
Kaşığın ucundan, bana doğru gelen yorgun ve kederli sesini, gün batısının güçlü
nefesi ile köpüren dalgaların sesleri arasında ancak tanıyabildim… onu
dinleyen, deniztarakları, istiridyeler, midyeler, pinalar, denizyıldızları,
denizkestaneleri, denizatlarının kâh ağlayan, kâh hıçkırıklara boğulan seslerini
ancak çıkarabildim… bu arada Kaşık Adası’nın üstündeki martılar ile yelkovan
kuşları, sanki yaşlı ve bilge denizminaresinin acı dolu, yorgun ve kederli
anlatımına dayanamayıp çığlıklar atıyor, fısıltılarını heybesinde taşıyan gün
batısı rüzgarının dokunuşlarıyla bir o yana bir bu yana devinip dizlerini döven,
gün görmüş ve geçirmiş nur yüzlü dedelerin, ninelerin kırışıklarında yapraklarını
dökmüş ağaçlar da ağıt yakıyordu… Neler oluyor dememe kalmadan, gök, birden ağır
ve tempolu ve gür sesli üflemeli çalgıları, gök gürültülü davulları, nakkareleri,
çalparaları, esrik timballeri ve yüksek frekanslı zilleriyle bulutlara ses
verdi, bulutlar da reverans yaparak düzenli bir şekilde bir sağ yana, bir sol
yana açıldılar… açıldılar ve bir yanında Aztekli Kadim Tanrı(1), diğer yanında Persli Atar(2) ile Ateş
Tanrısı Vulcanus(3), ateş yüklü arabalarıyla çıktı ortaya… işte
o zaman yaşlı, kadim ve bilge deniz minaresinin ağlayan, ağlatan, kederle
anlatan fısıltılı sesini tam olarak duydum… anlattıklarına kulak verdim…
Bundan tam yedi yıl önceydi, sabah çalışırken beni
can evimden vuran, telefonla aldığım haberdi… Balmumcuda işyerimde Adalar’ı her
zaman görmek üzere konumlandırdığım masamda telefonla konuşurken, telefonda anlatılanlar
nedeniyle göz ucuyla adaya baktım. Daha dün, haftaya görüşmek üzere arkama
bakarak vedalaştığım, üzüldüğümü görüp de üzülmesin diye uzaktan el salladığım,
can dostum, Burgazım, hiçbir zaman kesmeye kıyamadığım, kıvrımlarında
kaybolduğum, gölgelerinde uyuduğum, örgülerinde serinlediğim o güzelim saçlarından
tutuşmuş cayır cayır yanmaya başlamış, üstünü yoğun bir duman bulutu sarmaya
başlamıştı… hemen fırladım aşağıya ve bindim arabaya… Bostancı’ya, gelene kadar
zaman sanki durdu da ben, ışınladım başka bir dünyaya… O dünyada, kulağımda her canlıdan, her dilden, yardım dileyen sesler yankılanmakta…
bir yandan beni sorgularlarken, bir yandan da;
-Bize bunu neden yaptınız? diye ağlamakta…
Boğazıma
bir yumruk tıkandı ve zorlukla konuşurken ben de kendime sordum,
-Nasıl oldu? Kim yaptı?
Vapur
Adaya yaklaşırken, bir çöl fırtınası altında kum beji renginde amorf bir fanusa
dönmüş göğün altında ada, her göz kırpışta başladı kaybolmaya… yalnızca ateşin,
görünen kızılkara dili zaman zaman aralardan sağa sola uzanıp ağaçları ve
makileri yalarken, kavrulmuş kozalak, dumanı tüten çam iğneleri, yılların
yorgunu köşklerin yanan tahta kokuları ile külleri, azgın lodosla üstümüze, yayılmakta…
Lodosla,
sesler tekrar geldi kulağıma ama ayıramadım, bilemedim, kimlerdi kulağıma inleyen,
yalvaran ve fısıldayan? Birbirine saygılı, diplomat tavırlı, bir kol
mesafesinde dimdik duran çamlar mı? Göklere yükselen kadim kızılağaçlar mı?
Baharda çiçekleriyle kar yağdıran akasyalar mı? Yanaklarımıza tıka basa doldurup
da dudaklarımızı kan kırmızı boyayan böğürtlenler mi? Yavuklumuza kolye
yaptığımız kocayemişler mi? Köstebekler mi, köklerin can suyunda kafa bulan?
Yoksa kirpiler mi, yılanları hedef tahtası yapan? Kaplumbağalar mı, tavşanlarla
yarışan? Kertenkeleler mi çipil çipil gözleri bir o yana bir bu yana tarassutta
bulunup sinekleri, böcekleri kovalayan? Kuş yavruları mı, ağzı açık hazır mama
bekleyen? Kimlerdi, kimlerindi kulağıma gelen “Sesler?”
“-Tepemize çöktü bir felaket! Bizi kim
kurtarır buradan?
-Neden biz? Neden karardı gökler?
Duman mı bir kâbus mu ormanın üzerine çöken?
-Gündüzü karartıp içimizi
sıkıntılara sokan kim?
-Alevler yapraklarımıza, alevler dallarımıza,
alevler barındırdığımız dostlarımıza dokunuyor. Alevler özümüzü emiyor, ruhumuzu
yok ediyor…
-Hiç değilse kesseydiniz bizi de
konuşabilseydiniz bizimle, o zaman biz sizi duymasak bile, bilirdik aynı evde beraber
barındığımızı, aynı sandalyede oturduğumuzu, aynı sehpada gül kokladığımızı,
aynı sandalda rızkımızı çıkardığımızı, aynı faytonda koştuğumuzu… aynı
sopalarla dövüşmeye bile razıyım, yeter ki yanmayalım… Çok korkuyorum…”
...derler, ben de korkudan mı,
kızgınlıktan mı, üzüntüden mi titrerken; indik
Adaya… Henüz tepede ve tepenin az eteklerinde süren yangına müdahale etmek için
karınca kararınca, beraberimdeki arkadaşlarım Cihan, Metin ve ben sağa sola fırlayan
ve yanan kozalak bombardımanı altında, doğru tırmandık Çakıltaşı sokağına, oradan
da ormana doğru hamle ettik ama yaklaşmak ne mümkün?... bakakaldık, birbirine
sarılmış yanan dallara, ağaçların damarlarından fışkıran alevlere, yatağından
sıçrayan, fırlayan kozalaklara, çaresizlikle elini beline koymuş ağlayanlara,… “bari inelim de durumu izleyelim evi barkı
tehlikede olanlara yardım edelim” dedik… aşağıya Mehtap sokağa inerken
Avi’yi gördük, şaşkın, koca bir tüp, patlamasın diye evden çıkarmış, sırtına almış!
“Ben bunu ne yapayım?” diye sormakta…
Deniz elinde bir kürek yukarıya koşmakta, yanında onunla beraber koşan gençler,
yangına çare arayan, tanıdığım, tanımadığım bir sürü insanla…
Sait
Faik’in evinin oraya geldiğimizde, kilisenin bahçesindeki palmiye, dallarına
takılan ateş topundan yine bir kozalakla, adeta havai fişeğe döndü, şaşkınlıkla
bakanlara, keyif değil, sadece korku saçan… Koca Ayios Ioanis kilisesinin yaşlı
bedeni yüzünü yalayan yalazların ışığında, sıra bana da mı geldi diyerek ürpertiyle
titredi… o arada baktım herkes dağılmış kendi evine seğirtmiş varsa kıymetli
eşyalarını almaya gitmiş… ben ise eve gitmek yerine, Adaya gelen giden takviye
var mı bakmak için iskeleye doğru indim, uzaktan Hülya’yı gördüm… Garibim, bir
yandan büyük bir panik ve aceleyle, yangın korkusundan ve dumandan etkilenen
yaşlıların emniyetleri ve adadan uzaklaştırılmaları için çaba göstermekte, bir
yandan da gecekondusu yandığı için kalp krizi geçirip, ışığa yürüyen rahmetli
Faytoncu Hıdır’ın sağlığını merak etmekte… Ben de gözümden süzülen yaşları
görmesin diye kafamı çevirip, dedim, “Merak
etme!”… İtfaiyenin oraya geldiğimde boynuma sarılarak hüngür hüngür ağlayan
Nalân, “Ahmet’in eve gittiğini, kalbi
nedeniyle endişe ettiğini, ona bakmamı” istediğinde, doğru gittim oraya,
bir tarafta Ahmet bir tarafta da Serkan, ellerinde “ben bu yangına ne yapabilirim?... çaresizliği içinde ellerinde bir
bahçe hortumu bir oraya bir buraya koşuşturmakta… ki o anda bir dürtü ile kafamı
kaldırdığımda, yangının bir yanda Büyük Çam Mevkii ile Avusturya Kilisesi öbür
yanda Aya Nikola olmak üzere hemen bütün ormana rüzgarın etkisiyle hızla
yayıldığını dehşetle gördüm, bütün ümidimi yitirmeye başladım. Burgazada
yanıyor, biz seyrediyorduk… Her bir ağacının altı anı, her bir patikası kovalanan
sevgili, her bir çiçeği yaşama sevinci, her bir kenarı ve köşesi sessiz bir kahve,
bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir şişe şarap, en iyi dostumuz diye
sığındığımız ormanımız, küçük istiridyelerimizi büyüteceğimiz, anılarımız ve
geleceğe dönük hayallerimizle birlikte kül oluyordu…
İsyan
ettim o an, isyan ettim rüzgâra ve dedim; Sen
şimdi yükseklerde tepelerde oradan oraya dolaşırken bizi mi izliyorsun? Sana neler
oluyor? Bak aşağıda senin taşıdığın tohumlarla doğan, serinliğinde soluyan bir
sürü günahsız telef oluyor? Hala sana sığınıyor onlar, hala görevin var onlara…
İnan, onlara bir şey olursa sen de dünya durdukça var olduğuna inanmadan boşuna
yaşayacaksın! Neden arada bir sorunlar yaratıp ortalığı kırıp geçiriyorsun? Yükseklerden
bakıp eğleniyor musun? Yeter artık bugün bize ettiğin… lütfen çekil git… Yoksa sen
de mi tutsaksın bizim elimizde?… bütün yaptıklarımız, aptallıklarımız, doğaya
saygısızlığımız ortada ama seni hala kutsayıp duruyor, sana yalvarıyoruz, … bu
aptallığın bir çaresi olmalı… bu çareyi bulacak aklı niye vermedin biz zavallılara…
belki verdin herkes başka türlü okudu senin söylediklerini, zebranın ana derisi
siyah mı beyaz mı, tartışanlar gibi…
Birden,
sanki sesimi duyan, Ahura Mazda(4), yanında
Hürmüz, kulak verdi de yakınmama ve rüzgâr aniden duruverdi. Artık Burgazın yaşam
alanlarına iyicene yaklaşmış, kızılkara dilini bir o yana bir bu yana
uzatmaktan, kıvılcımlarını sağa sola fırlatmaktan, yanmamış yer kalmasın diye
koşturmaktan yorgun düşmüş yangın, kesilen lodosla beraber olduğu yere
yapışıverdi… ben de çöktüm kaldım Gökdemir Aralığındaki kesik ağacın üstüne,
yitip giden bilincimle… yitik bilincim, dalıp gittiğim düşümde, Kaşığın ucunda
derinlerin serinliğinde ancak geri geldi…
“Yaşlı ve bilge deniz minaresini
dinleyenler, acıların ve yangının kararttığı bir günün kalıntılarını yansıtan
yüzünden yaşlar süzülürken, onun, artık söz söylemekte zorlandığını,
dudaklarının titrediğini izlerken, içlerinden genç bir deniztarağı dedi; “ulu
bilge, sen nasıl dayandın bu acıya ve öyküye?”
Bitirirken
bu öyküyü, uyuyamadım, yerimde duramadım, közlenmiş kozalak, kavrulmuş ve su emmiş
odun kokusu burnumda, iki ara, bir dere havayı kokladım, yanmış canların
çığlığı kulaklarımda, anıların külleri ellerimde, camdan korkarak baktım, ateş
yüklü arabasıyla Ateş Tanrısı Vulcanus tekrar çıkar mı acaba diye Burgazada’ya?…
------------------------------
6
Ekim 2010
/ 26 Kasım 2010
Burgazada
(1) Huehueteotl:Nahuatl diline göre "Kadim Tanrı", Aztek mitolojisinde ateş tanrısının adıdır.
Bazen adı Ueueteotl olarak geçer. Aztek güneş takviminde Huehueteotl; Satürn
diğer adıyla ‘Ateşin Efendisi' olarak adlandırılır.Aztek inanışında
Huehueteotl; karanlıkta ışık, soğukta sıcaklık, ölümde ise hayattır.
(2) Atar: Antik Pers mitolojisinde,
ateş ve saflığın tanrısı. Tanrılar
kralı Ahura Mazda'nın oğludur. Modern Zerdüşt inancında hâlâ varlığını
sürdürmektedir.
(3) Vulcanus:Roma mitolojisinde
Jüpiter'in
ve Juno'nun
oğlu, Maia ve Venüs'ün
kocası, Caeculus'un
babasıdır. Ateşin ve yanardağların tanrısıdır, sanatın, silahların, demirin ve tanrılarla
kahramanların zırhlarının üreticisidir. Yunan mitolojisinde Vulcan'ın karşılığı
olan tanrı Hephaestus'dur.Etrüsk mitolojisinde
Sethlans, Roma mitolojisinde Mulciber "yumuşatıcı", olarak da bilinir.
(4) Ahura-mazda:
Eski İran'da, tahminen M.Ö. 7. veya 6. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Zerdüşt,
güya eski dini düzeltmek için ortaya çıkmış ve İran'daki çok tanrıcılığa karşı
tek ilah inancını savunmuştur. Ona göre en yüksek Rab (ilah), “Ahura-mazda”dır.
Ahura, her şeyi bilen, kâinat nizamını idare eden, her şeye hayat veren ve her
şeyin hâkimi olan en büyük kudrettir. Bunlardan bir kısmı, ateşi tanrı kabul
etmişlerdir. Bunun yanında, yine eski filozofların; “Birden ancak bir doğar.”
sözleri sebebiyle, “düalist=iki tanrılı” bir inanışa saplanmışlardır. Şöyle ki;
bu felsefi görüşün icabı, bir olan mabuddan (ilahtan) birbirine zıt olan hayır
ile şer doğmaz. Bunların ikisi de ezeli birer ilahtırlar. Hayır, ilahı, bir
nurdur ve iyiliğin kaynağıdır. Şer ilahı, karanlıktır ve kötülüğün kaynağıdır.
Hayır, ilahı “Hürmüz”, Şer ilahı ise “Ehriman” adı ile anılmıştır. Bunlar
birbiriyle devamlı savaş halinde bulunurlar. İyilik çoğaldığı zaman Hürmüz,
kötülük çoğaldığı zaman Ehriman galip gelmiştir, derler. Bu ikili tanrı
inanışına, dinler tarihinde “Seneviyye-Düalizm” adı verilir.
Sonra
gelen Mecusiler, bir omuzunda hayır, diğer omuzunda şer (kötülük) bulunan
ilahlar tasvir etmişler, resmini yapmışlardır. Mecusiler, ateşi hayır ilahı
Hürmüz'ün bir sembolü kabul ettiklerinden, her tapınakta (Ateşgede) denilen ve
devamlı ateş yanan yer yapmışlardır. Bu ateş hiç sönmemek üzere yanardı. Hiç
kimse, buna dokunamaz, hatta soluğu ile dahi kirletemez. Onun için ateş yakan
rahibin ellerinde eldiven ve ağzında peçe bulunurdu. Mecusiler, ateş yandığı
müddetçe hayır ilahının şer ilahına galip geleceğine inandıkları için, ateşin hiç
sönmeden yakılmasının lazım olduğuna inanırlardı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
T.C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
06.10.2003, Pazartesi Günü
Burgazada’da Meydana Gelen
Yangında
Oluşan Hasar Tespit İcmali
|
T.C.
İSTANBUL VALİLİĞİ İl Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü SAYI: 175 09.10.2003 06.10.2003 pazartesi günü İlimiz Burgazada da meydana gelen yangın neticesinde oluşan hasarlarla ilgili İl Bayındırlık ve İskan Müdürlüğünün çıkarmış olduğu hasar tespit icmali aşağıdaki gibidir.
1- Tamamen Yanan Bina Sayısı: 11
2- Hasarlı Oturulamayacak Durumda Olan Bina Sayısı: 4 3- Hasarlı Oturulabilir Durumda Olan Bina Sayısı: 4 4- Hasarsız Oturulabilir Durumda Eşyaları Zarar Görmüş Bina Sayısı: 4 |
NOTLAR:
§
Islah
edilmeyen, sık yangınların çıktığı, vahşi depolama (Açıkta yığarak depolama)
yapılan Burgaz ve Kınalıada çöplüklerinin çevresinde yangına karşı önlem yoktu.
§
Yangın
sırasında, kısa sürede müdahale edilmesi için çöplük çevresine bir hidrant
sistemi yapılması teklifi de göz ardı edilmişti.
§
Yazın
yangın riski yüksek dönemlerde kiralanan yangın söndürme uçakların sözleşmesi
1 Ekimde bitmişti ve,
§
Adada
yangın başladığında, Burgazada, o gün İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye
Daire Başkanlığı'na bağlı 2 itfaiye söndürme aracı ve biri harekât merkezinde
telsiz-telefona bakan 4 itfaiyeciye emanetti.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder