20 Mayıs 2012 Pazar


BURGAZIN ARKA BAHÇELERİNDEN
“Ateşte Kalanlar, Ateşten Artakalanlar”


Akşam gün batımında mehtap, günün yorgunluğunu, her gün pervane olduğu yârin sularına saçlarını ışıl ışıl sererek giderirken, ben de Kaşığın ucundaki dostlarım istiridyelere, her zamanki gibi, penceremden fısıldadım… fısıldadım ama yanıt alamadım… Merak ettim, evden çıktım, vardım Fenerburnuna kulağımı dayadım kayalara… hepinizin yakından tanıdığınız yaşlı ve bilge deniz minaresinin, Kaşığın ucundan, bana doğru gelen yorgun ve kederli sesini, gün batısının güçlü nefesi ile köpüren dalgaların sesleri arasında ancak tanıyabildim… onu dinleyen, deniztarakları, istiridyeler, midyeler, pinalar, denizyıldızları, denizkestaneleri, denizatlarının kâh ağlayan, kâh hıçkırıklara boğulan seslerini ancak çıkarabildim… bu arada Kaşık Adası’nın üstündeki martılar ile yelkovan kuşları, sanki yaşlı ve bilge denizminaresinin acı dolu, yorgun ve kederli anlatımına dayanamayıp çığlıklar atıyor, fısıltılarını heybesinde taşıyan gün batısı rüzgarının dokunuşlarıyla bir o yana bir bu yana devinip dizlerini döven, gün görmüş ve geçirmiş nur yüzlü dedelerin, ninelerin kırışıklarında yapraklarını dökmüş ağaçlar da ağıt yakıyordu… Neler oluyor dememe kalmadan, gök, birden ağır ve tempolu ve gür sesli üflemeli çalgıları, gök gürültülü davulları, nakkareleri, çalparaları, esrik timballeri ve yüksek frekanslı zilleriyle bulutlara ses verdi, bulutlar da reverans yaparak düzenli bir şekilde bir sağ yana, bir sol yana açıldılar… açıldılar ve bir yanında Aztekli Kadim Tanrı(1), diğer yanında Persli Atar(2) ile Ateş Tanrısı Vulcanus(3), ateş yüklü arabalarıyla çıktı ortaya… işte o zaman yaşlı, kadim ve bilge deniz minaresinin ağlayan, ağlatan, kederle anlatan fısıltılı sesini tam olarak duydum… anlattıklarına kulak verdim…


Bundan tam yedi yıl önceydi, sabah çalışırken beni can evimden vuran, telefonla aldığım haberdi… Balmumcuda işyerimde Adalar’ı her zaman görmek üzere konumlandırdığım masamda telefonla konuşurken, telefonda anlatılanlar nedeniyle göz ucuyla adaya baktım. Daha dün, haftaya görüşmek üzere arkama bakarak vedalaştığım, üzüldüğümü görüp de üzülmesin diye uzaktan el salladığım, can dostum, Burgazım, hiçbir zaman kesmeye kıyamadığım, kıvrımlarında kaybolduğum, gölgelerinde uyuduğum, örgülerinde serinlediğim o güzelim saçlarından tutuşmuş cayır cayır yanmaya başlamış, üstünü yoğun bir duman bulutu sarmaya başlamıştı… hemen fırladım aşağıya ve bindim arabaya… Bostancı’ya, gelene kadar zaman sanki durdu da ben, ışınladım başka bir dünyaya… O dünyada, kulağımda her canlıdan, her dilden, yardım dileyen sesler yankılanmakta… bir yandan beni sorgularlarken, bir yandan da;

-Bize bunu neden yaptınız? diye ağlamakta…

Boğazıma bir yumruk tıkandı ve zorlukla konuşurken ben de kendime sordum,

-Nasıl oldu? Kim yaptı?

Vapur Adaya yaklaşırken, bir çöl fırtınası altında kum beji renginde amorf bir fanusa dönmüş göğün altında ada, her göz kırpışta başladı kaybolmaya… yalnızca ateşin, görünen kızılkara dili zaman zaman aralardan sağa sola uzanıp ağaçları ve makileri yalarken, kavrulmuş kozalak, dumanı tüten çam iğneleri, yılların yorgunu köşklerin yanan tahta kokuları ile külleri, azgın lodosla üstümüze, yayılmakta…
Lodosla, sesler tekrar geldi kulağıma ama ayıramadım, bilemedim, kimlerdi kulağıma inleyen, yalvaran ve fısıldayan? Birbirine saygılı, diplomat tavırlı, bir kol mesafesinde dimdik duran çamlar mı? Göklere yükselen kadim kızılağaçlar mı? Baharda çiçekleriyle kar yağdıran akasyalar mı? Yanaklarımıza tıka basa doldurup da dudaklarımızı kan kırmızı boyayan böğürtlenler mi? Yavuklumuza kolye yaptığımız kocayemişler mi? Köstebekler mi, köklerin can suyunda kafa bulan? Yoksa kirpiler mi, yılanları hedef tahtası yapan? Kaplumbağalar mı, tavşanlarla yarışan? Kertenkeleler mi çipil çipil gözleri bir o yana bir bu yana tarassutta bulunup sinekleri, böcekleri kovalayan? Kuş yavruları mı, ağzı açık hazır mama bekleyen? Kimlerdi, kimlerindi kulağıma gelen “Sesler?”

“-Tepemize çöktü bir felaket! Bizi kim kurtarır buradan?

-Neden biz? Neden karardı gökler? Duman mı bir kâbus mu ormanın üzerine çöken?

-Gündüzü karartıp içimizi sıkıntılara sokan kim?

-Alevler yapraklarımıza, alevler dallarımıza, alevler barındırdığımız dostlarımıza dokunuyor. Alevler özümüzü emiyor, ruhumuzu yok ediyor…

-Hiç değilse kesseydiniz bizi de konuşabilseydiniz bizimle, o zaman biz sizi duymasak bile, bilirdik aynı evde beraber barındığımızı, aynı sandalyede oturduğumuzu, aynı sehpada gül kokladığımızı, aynı sandalda rızkımızı çıkardığımızı, aynı faytonda koştuğumuzu… aynı sopalarla dövüşmeye bile razıyım, yeter ki yanmayalım… Çok korkuyorum…” 

...derler, ben de korkudan mı, kızgınlıktan mı, üzüntüden mi titrerken; indik Adaya… Henüz tepede ve tepenin az eteklerinde süren yangına müdahale etmek için karınca kararınca, beraberimdeki arkadaşlarım Cihan, Metin ve ben sağa sola fırlayan ve yanan kozalak bombardımanı altında, doğru tırmandık Çakıltaşı sokağına, oradan da ormana doğru hamle ettik ama yaklaşmak ne mümkün?... bakakaldık, birbirine sarılmış yanan dallara, ağaçların damarlarından fışkıran alevlere, yatağından sıçrayan, fırlayan kozalaklara, çaresizlikle elini beline koymuş ağlayanlara,… “bari inelim de durumu izleyelim evi barkı tehlikede olanlara yardım edelim” dedik… aşağıya Mehtap sokağa inerken Avi’yi gördük, şaşkın, koca bir tüp, patlamasın diye evden çıkarmış, sırtına almış! “Ben bunu ne yapayım?” diye sormakta… Deniz elinde bir kürek yukarıya koşmakta, yanında onunla beraber koşan gençler, yangına çare arayan, tanıdığım, tanımadığım bir sürü insanla…

Sait Faik’in evinin oraya geldiğimizde, kilisenin bahçesindeki palmiye, dallarına takılan ateş topundan yine bir kozalakla, adeta havai fişeğe döndü, şaşkınlıkla bakanlara, keyif değil, sadece korku saçan… Koca Ayios Ioanis kilisesinin yaşlı bedeni yüzünü yalayan yalazların ışığında, sıra bana da mı geldi diyerek ürpertiyle titredi… o arada baktım herkes dağılmış kendi evine seğirtmiş varsa kıymetli eşyalarını almaya gitmiş… ben ise eve gitmek yerine, Adaya gelen giden takviye var mı bakmak için iskeleye doğru indim, uzaktan Hülya’yı gördüm… Garibim, bir yandan büyük bir panik ve aceleyle, yangın korkusundan ve dumandan etkilenen yaşlıların emniyetleri ve adadan uzaklaştırılmaları için çaba göstermekte, bir yandan da gecekondusu yandığı için kalp krizi geçirip, ışığa yürüyen rahmetli Faytoncu Hıdır’ın sağlığını merak etmekte… Ben de gözümden süzülen yaşları görmesin diye kafamı çevirip, dedim, “Merak etme!”… İtfaiyenin oraya geldiğimde boynuma sarılarak hüngür hüngür ağlayan Nalân, “Ahmet’in eve gittiğini, kalbi nedeniyle endişe ettiğini, ona bakmamı” istediğinde, doğru gittim oraya, bir tarafta Ahmet bir tarafta da Serkan, ellerinde “ben bu yangına ne yapabilirim?... çaresizliği içinde ellerinde bir bahçe hortumu bir oraya bir buraya koşuşturmakta… ki o anda bir dürtü ile kafamı kaldırdığımda, yangının bir yanda Büyük Çam Mevkii ile Avusturya Kilisesi öbür yanda Aya Nikola olmak üzere hemen bütün ormana rüzgarın etkisiyle hızla yayıldığını dehşetle gördüm, bütün ümidimi yitirmeye başladım. Burgazada yanıyor, biz seyrediyorduk… Her bir ağacının altı anı, her bir patikası kovalanan sevgili, her bir çiçeği yaşama sevinci, her bir kenarı ve köşesi sessiz bir kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri,  bir şişe şarap, en iyi dostumuz diye sığındığımız ormanımız, küçük istiridyelerimizi büyüteceğimiz, anılarımız ve geleceğe dönük hayallerimizle birlikte kül oluyordu…
    
İsyan ettim o an, isyan ettim rüzgâra ve dedim; Sen şimdi yükseklerde tepelerde oradan oraya dolaşırken bizi mi izliyorsun? Sana neler oluyor? Bak aşağıda senin taşıdığın tohumlarla doğan, serinliğinde soluyan bir sürü günahsız telef oluyor? Hala sana sığınıyor onlar, hala görevin var onlara… İnan, onlara bir şey olursa sen de dünya durdukça var olduğuna inanmadan boşuna yaşayacaksın! Neden arada bir sorunlar yaratıp ortalığı kırıp geçiriyorsun? Yükseklerden bakıp eğleniyor musun? Yeter artık bugün bize ettiğin… lütfen çekil git… Yoksa sen de mi tutsaksın bizim elimizde?… bütün yaptıklarımız, aptallıklarımız, doğaya saygısızlığımız ortada ama seni hala kutsayıp duruyor, sana yalvarıyoruz, … bu aptallığın bir çaresi olmalı… bu çareyi bulacak aklı niye vermedin biz zavallılara… belki verdin herkes başka türlü okudu senin söylediklerini, zebranın ana derisi siyah mı beyaz mı, tartışanlar gibi…

Birden, sanki sesimi duyan, Ahura Mazda(4), yanında Hürmüz, kulak verdi de yakınmama ve rüzgâr aniden duruverdi. Artık Burgazın yaşam alanlarına iyicene yaklaşmış, kızılkara dilini bir o yana bir bu yana uzatmaktan, kıvılcımlarını sağa sola fırlatmaktan, yanmamış yer kalmasın diye koşturmaktan yorgun düşmüş yangın, kesilen lodosla beraber olduğu yere yapışıverdi… ben de çöktüm kaldım Gökdemir Aralığındaki kesik ağacın üstüne, yitip giden bilincimle… yitik bilincim, dalıp gittiğim düşümde, Kaşığın ucunda derinlerin serinliğinde ancak geri geldi…

“Yaşlı ve bilge deniz minaresini dinleyenler, acıların ve yangının kararttığı bir günün kalıntılarını yansıtan yüzünden yaşlar süzülürken, onun, artık söz söylemekte zorlandığını, dudaklarının titrediğini izlerken, içlerinden genç bir deniztarağı dedi; “ulu bilge, sen nasıl dayandın bu acıya ve öyküye?”

Bitirirken bu öyküyü, uyuyamadım, yerimde duramadım, közlenmiş kozalak, kavrulmuş ve su emmiş odun kokusu burnumda, iki ara, bir dere havayı kokladım, yanmış canların çığlığı kulaklarımda, anıların külleri ellerimde, camdan korkarak baktım,  ateş yüklü arabasıyla Ateş Tanrısı Vulcanus tekrar çıkar mı acaba diye Burgazada’ya?…

------------------------------
6 Ekim 2010 / 26 Kasım 2010
Burgazada



(1)  Huehueteotl:Nahuatl diline göre "Kadim Tanrı", Aztek mitolojisinde ateş tanrısının adıdır. Bazen adı Ueueteotl olarak geçer. Aztek güneş takviminde Huehueteotl; Satürn diğer adıyla ‘Ateşin Efendisi' olarak adlandırılır.Aztek inanışında Huehueteotl; karanlıkta ışık, soğukta sıcaklık, ölümde ise hayattır.
 (2)  Atar: Antik Pers mitolojisinde, ateş ve saflığın tanrısı. Tanrılar kralı Ahura Mazda'nın oğludur. Modern Zerdüşt inancında hâlâ varlığını sürdürmektedir.
(3) Vulcanus:Roma mitolojisinde Jüpiter'in ve Juno'nun oğlu, Maia ve Venüs'ün kocası, Caeculus'un babasıdır. Ateşin ve yanardağların tanrısıdır, sanatın, silahların, demirin ve tanrılarla kahramanların zırhlarının üreticisidir. Yunan mitolojisinde Vulcan'ın karşılığı olan tanrı Hephaestus'dur.Etrüsk mitolojisinde Sethlans, Roma mitolojisinde Mulciber "yumuşatıcı", olarak da bilinir.
(4)  Ahura-mazda: Eski İran'da, tahminen M.Ö. 7. veya 6. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Zerdüşt, güya eski dini düzeltmek için ortaya çıkmış ve İran'daki çok tanrıcılığa karşı tek ilah inancını savunmuştur. Ona göre en yüksek Rab (ilah), “Ahura-mazda”dır. Ahura, her şeyi bilen, kâinat nizamını idare eden, her şeye hayat veren ve her şeyin hâkimi olan en büyük kudrettir. Bunlardan bir kısmı, ateşi tanrı kabul etmişlerdir. Bunun yanında, yine eski filozofların; “Birden ancak bir doğar.” sözleri sebebiyle, “düalist=iki tanrılı” bir inanışa saplanmışlardır. Şöyle ki; bu felsefi görüşün icabı, bir olan mabuddan (ilahtan) birbirine zıt olan hayır ile şer doğmaz. Bunların ikisi de ezeli birer ilahtırlar. Hayır, ilahı, bir nurdur ve iyiliğin kaynağıdır. Şer ilahı, karanlıktır ve kötülüğün kaynağıdır. Hayır, ilahı “Hürmüz”, Şer ilahı ise “Ehriman” adı ile anılmıştır. Bunlar birbiriyle devamlı savaş halinde bulunurlar. İyilik çoğaldığı zaman Hürmüz, kötülük çoğaldığı zaman Ehriman galip gelmiştir, derler. Bu ikili tanrı inanışına, dinler tarihinde “Seneviyye-Düalizm” adı verilir.
Sonra gelen Mecusiler, bir omuzunda hayır, diğer omuzunda şer (kötülük) bulunan ilahlar tasvir etmişler, resmini yapmışlardır. Mecusiler, ateşi hayır ilahı Hürmüz'ün bir sembolü kabul ettiklerinden, her tapınakta (Ateşgede) denilen ve devamlı ateş yanan yer yapmışlardır. Bu ateş hiç sönmemek üzere yanardı. Hiç kimse, buna dokunamaz, hatta soluğu ile dahi kirletemez. Onun için ateş yakan rahibin ellerinde eldiven ve ağzında peçe bulunurdu. Mecusiler, ateş yandığı müddetçe hayır ilahının şer ilahına galip geleceğine inandıkları için, ateşin hiç sönmeden yakılmasının lazım olduğuna inanırlardı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 T.C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
        06.10.2003, Pazartesi Günü
Burgazada’da Meydana Gelen Yangında
Oluşan Hasar Tespit İcmali
T.C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
İl Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü

SAYI: 175                                                                            09.10.2003

        06.10.2003 pazartesi günü İlimiz Burgazada da meydana gelen yangın neticesinde oluşan hasarlarla ilgili İl Bayındırlık ve İskan Müdürlüğünün çıkarmış olduğu hasar tespit icmali aşağıdaki gibidir.
1- Tamamen Yanan Bina Sayısı: 11
2- Hasarlı Oturulamayacak Durumda Olan Bina Sayısı: 4
3- Hasarlı Oturulabilir Durumda Olan Bina Sayısı: 4
4- Hasarsız Oturulabilir Durumda Eşyaları Zarar Görmüş Bina Sayısı: 4
NOTLAR:
§          Islah edilmeyen, sık yangınların çıktığı, vahşi depolama (Açıkta yığarak depolama) yapılan Burgaz ve Kınalıada çöplüklerinin çevresinde yangına karşı önlem yoktu.
§          Yangın sırasında, kısa sürede müdahale edilmesi için çöplük çevresine bir hidrant sistemi yapılması teklifi de göz ardı edilmişti.
§          Yazın yangın riski yüksek dönemlerde kiralanan yangın söndürme uçakların sözleşmesi 1 Ekimde bitmişti ve,
§          Adada yangın başladığında, Burgazada, o gün İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı'na bağlı 2 itfaiye söndürme aracı ve biri harekât merkezinde telsiz-telefona bakan 4 itfaiyeciye emanetti.

 -----------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder