12 Mart 2015 Perşembe

Mehmet Altın

KUTSALIN KIRK SATIRINDA

“ Hüzünle Dolu Gözler ”

Anlatı







ÖNSÖZ

Dedi, “Öldürmeyeceksin.”  On Emir.
·          "Bir kente saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız Rab kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız Rabbin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz." (Tesniye 20:10-14)
·          "Sen benim savaş çomağım, savaş silahımsın. Ulusları parçalayacak, krallıkları yok edeceğim seninle. Seninle, atları ve binicilerini, savaş arabalarıyla sürücülerini kırıp ezeceğim. Erkeklerle kadınları, gençlerle yaşlıları, delikanlılarla genç kızları, çobanla sürüsünü, çiftçiyle öküzlerini, valilerle yardımcılarını darmadağın edeceğim. (Yeremya 51:20-23)
·          "Şimdi git, Amalekliler'e saldır. Onlara ait her şeyi tamamen yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Erkek, kadın, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.(1. Samuel 15/3)
·          "O şehrin ahalisini mutlaka kılıçtan geçireceksin, onu ve onda olan her şeyi, hayvanlarını tamamen yok edeceksin. Bütün mallarını meydanın ortasına döküp şehri ve her şeyi yakacaksın. Bunları Allah rızası için yapacaksın ve o yer ebedi olarak tarumar olup bir yığın haline gelecektir." (Yasanın Tekrarı,13;15-16)

Dedi, “Adam öldürmeyeceksin.”  Matta 5.21-26, İncil
·          "Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. İnsanın düşmanları, kendi ev halkı olacaktır."  (Matta 10; 34-36)

·          "Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır." (Nahl, 16/126)
·          "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara, 2/190)
·          "Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (Maide, 5/8)
·          Efendimizin söz ve uygulamalarıyla savaş hukuku daha ayrıntılı bir şekilde teşekkül etmiştir. Savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatı veriyordu; "Allah'ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını kesme) yapmayın, çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin." (Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82; Sünen-i Kübra, 9/90)
·          Hz. Ebu Bekir de Suriye'ye gönderdiği Hz. Üsame'ye şu talimatı vermiştir; "Ey Üsâme! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mabetlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın..." (İbnü'l-Esir, 2/335)
·          Savaş esnasında öldürülmüş bir kadını görünce; "bu kadın savaşan birisi değil ki niçin öldürüldü?" demiş ve Müslüman’ın karşısına silahı ile çıkmayan kadınların savaşta bile öldürülmesini yasaklamıştır. (Buhari, Cihad 147)


  





“Ey Laliş’in kutsal toprakları,
topraklarının ne kadarında,
Ezîdî analarının gözyaşları var?” (*)
-----------------------
(*) “Ey tuzlu deniz, tuzunun ne kadarında Portekiz'in gözyaşları var?”  
Fernando Pessoa



KUTSALIN KIRK SATIRINDA


“ Hüzün Dolu Gözler ”

Eylül ayının başlarıydı, şemsin, değişmez tören sıfatında gün doğumunda kalkıp da gök kubbeden yansıyan ışıklarıyla denizden yumak çekip, örüp yüzeye serdiği eflatunlar, maviler, lacivertler ile Burgaz’ın ve Heybeli’nin topraklarından topladığı yeşilleri gözüme ve gönlüme doldurduğu; nadir ve kederli zamanlarında gördüğüm, doğrusu görmek istemediğim, geceden kalma kara kırmızıya kesmiş dağınık saçlarını Dragos ile Kaşık Adası arasına serdiği bir gündü. O gün, günlerden Pazar, ben, Kaşığın ucundaki kayada açık havada oynak gölgelerin altındaydım, sim telinde gözyaşları üzerime damlayan…

Hayırdır deyip gözlerimi kaldırdığımda erguvan renkli leyleklerin([1]) atabeylerini gördüm, ağlayarak Kaşık Adası üstünden Burgaz Adası tepesinde Hıristos’taki konak yerine ilk yaklaşan Bargu’ydu gözüme çarpan… o ki, leyleklerin göç yollarını belirleyen yüce kurmay komutan. Diğerleri hava bilici Tefnut’tu Bargu’nun sağında uçan; Bargu’nun belirlediği yollarda uçuşlara kumanda eden Shu’ydu solunda uçan ve hepsinin önünde de büyük, küçük bütün leyleklerin sonsuz saygısında, aksakallı izci Şebefruz’du ağır ağır kanat çırpan… hayret ve merakla baktım onlara, onlar ki leyleklerin en bilgeleri, leyleklerin atabeylerinin ne işleri vardı bu mevsimde, buralarda?

Diz vurup, el edip, seslendim, ey yüce Şebefruz, Tefnut ve Shu ve iki kere yüce Bargu, geçip gitmeyin de söyleyin bana, ne işiniz var bu mevsimde, buralarda? … dediler, dur hele, merak etme, Hıristos’ta bir nefeslenelim, yer edinip beslenelim, zaten bizim de düşüncemiz paylaşmaktır nedir derdimiz, kederimiz, bütün canlılar bilsin isteriz… deyip, vardılar Hıristos’a Neredeyse yarım gün geçtikten sonra, dördü de göç yollarında yön belirlemede kullandıkları ama hayatımda hiçbir zaman görmediğim ve göremeyeceğim gibi asla konaklamadıkları, konaklamayacakları, adamın, Kaşık Adasının, kondular Haybeli ile Burgaz’a bakan burnuna, diğer deyişle kaşığın sapının ucuna…

Ben, olmayayım diye Ağustos sıcağında mevta, yarı kabuğum suda yarı kabuğum dışarıda, onları da duymak üzere kıyıya iyice yakın tutundum ve yerleştim bir kayaya, endişeli beyaz sakallarımla… Adanın koruyucu ve kollayıcı köpekleri Ilgar ile Partal da mevzi aldılar, hadi gidin işinize konumuna ayarlanmış gözleriyle, yaklaştırmamak üzere pazar günü Kaşığın etrafında sağa sola demir atmış teknelerdeki meraklı insanları, bizlerin yanı başına… El alıp, el verip, müsaade isteyip başladı iki kere yüce Bargu anlatmaya…

Bizi buraya, yüceler yücesi Yüce Lak Abdülhabir gönderdi… son zamanlarda Konstantinopolis ve çevresindeki göç yollarımızı belirleyen işaretlerin, konakladığımız yerlerde beslendiğimiz akarsuların, göllerin, longoz ve bataklıkların insanoğlunun istemem yan cebine konmuş para cüzdanı içindeki bitmez tükenmez hırsına dualar eşliğinde kurban, kazar, keser, kırar, doldurur, dökerleri ile yok edilmeleri nedeniyle… gönderdi ki, izleyen günlerde Konstantinopolis üzerine bir kol batıdan, bir kol da kuzeyden gelecek leyleklerin  edep ve erkanına önce nezaret edip sonra da bu konuyu beraberce münakaşa ve münazara ederek,  gelecek yıllardaki göçlerimizi nasıl, nerelerden ve ne zamanlarda yapmamız gerektiği konusunda yeni genel güdüler geliştirmek ve önlemler almak üzere…

Biz de bunun üzerine, dördümüz, yani ben, Tefnut, Shu ve Şebefruz havalandık… bıyıklı sumru, bize benzer gri balıkçıllar, yarım halkalı yağmurcunlar, kaşıkgagalar, karabataklar, akbalıkçıllar ve kelaynakların akrabası akaynak, ibisler velhasıl dinleri, dilleri, kültürleri ayrı ama asırlardır beraber ve yan yana yaşadığımız komşu kavim ve dostların, “ yolunuz açık, gözleriniz keskin, rüzgârınız bol, olsun… uğurdur, uğur, uğur ola” nidaları, gakları, vrakları ve şakımalarıyla…  Nil’in yatağındaki Kocabaş Leylekler Meclisi yerleşkesindeki, kadim ve antik papirüsten mamul, yuvalarımızdan...

ve her zaman kullandığımız rotayı izledik Sina Yarımadası ve Kudüs’e kadar… Kudüs’ten sonra yüz yıllardır bir an önce konaklamak için kanat çırptığımız; kokusunu alır almaz gözlerimizi kapayıp kokusundan ulaştığımız; yasemin kokulu şehir Şam ise son birkaç yıldır artık yasemin yerine barut, duman, kan ve ölüm koktuğundan; oradaki çocukların ne olur bizi de alın götürün sözleriyle, gözlerine dayanmak mümkün olmadığı gibi bu yörelerde artık siparişi verilip de gagalarımızda teslim edeceğimiz emanet bebek torbaları bulunmadığından; rotamızdan çıkan Şam’ı yan geçip kıyı boyunca uçup Kudüs’ten sonra önce vardık Beyrut’a sonra da Antakya’ya...

Antakya’da her zaman konakladığımız Asi Nehri konaklama bölgesine indiğimizde bizi karşılayan Yerelbaşlak ile beraber yediğimiz akşam yemeğinden sonra kahvelerimizi içmek üzere çekildiğimiz bir köşede gördük ki, çevremizdeki leyleklerin akşam yemeğinde yedikleri o güzelim taze nehir mahlûkları bile getirmemiş keyiflerini yerine, ne laklayan var ne de taklayan başları ermiş gibi göğe, tam tersine hepsinin başı yerde … 

Sordum Yerelbaşlak’a nedir, neler oluyor, Antakya’da yaşayan kavmimizin bu keyifsizliği de ne? Gönüllerini kıran sizin beceriksizliğiniz midir, sevk ve idarede? Yoksa burada da mı insanoğlu çeşitli zulümlerinden birini reva görmekte sizlere? Göğü delen üst üste kıç kıça evler yüzünden, yuva yapacak bacalı evler kalmadı da dost ve arkadaşlarınız başka kavim ve ülkelere mi gitti birer, birer? Yavrularınızı eğitecek, toprağı didikleyip bulunan haşarat-ı hayvaniye ile yiyecekleri çeşitlendirecek, kanat altına baş koyup dinlenecek çayır, çimen; gölgesine sığınacak ağaçlar buralarda da mı giderek bitiyor, onlar diyor eşekoğlu eşek, ben diyeyim insanoğlu insanların yüzünden?  Şu kenarında yurt tuğumuz, asırlardır bize şemsin ışıklarını gagamıza, gönlümüze sağlık ve bereketle taşıyan ulu ve bilge mavi nehir ile kolları ve çevresi de mi tehlikede insanoğlu denilen ahmağın yüzünden? Onların bilgeleri nerede? Bilgeleri de mi insanoğlu insana artık söz geçiremez de çekilmişler köşelerine?  Düşünmezler mi yarın çocukları hangi toprakta bulacaklar rızıklarını ve hangi suya banacaklar ekmeklerini? Hangi çiçeğe konacak arılar, hangi toprakta yetişecek buğday, hangi sütü içecek, hangi zeytini yiyecek çocuklar? Bilmezler mi ki bu toprakların koruyucu ve kollayıcı olduğu kadar hiddetini? Kimdir bu “ açıkgözlü “ körler? Kutsallarının, kutsal kitaplarının kırk satırında, satır aralarında da mı yazmaz, etmek için dualarını, sunmak için şükranlarını, arındırmak için ruhlarını, kutsal bir mekânın sessizliği ve dinginliği gerek?

“Ey yüce Bargu, bu dediklerin hepsi de var bizim üzüntülü gözlerimizde ve dillerimizde ama bizi asıl kederlendiren ve kaygılara tutsak eden yaşayıp da gördüklerimizdir ki, bundan daha kötüsü hangi kutsalın kırk satırında yer alır, kutsal adına bu yapılanlar bilmem? Ve bu nedenledir ki, günlerdir kendimizden şüphe edip kendi kutsalımızı bile sorgulamaya başladık, acaba bizim aramızda da var mıdır diye rezil ve edepsiz deyişler ile düzen?”  diyerek seslendi, bizim konuşmalarımızı dinleyen leyleklerden birisi. Çağırdım, “ Gel bakalım gençlak, önce bağışla bana ismini, sonra anlat da bilelim nedir kederlendiren hatta kahreden seni ve sizleri?

Öne çıktı gençlak, genç dedimse sadece benden genç; nice rüzgârlar görmüş kanatları gelişmiş; nice azık ve torba taşımış, yuva yapmış, aş bulmuş, uzun gagasına düşman başına onlarca çentik atılmış; belli ki nice damlalar, buz kristalleri, kum taneleri arasından süzülüp de göz bebeğine yansıyan her bir nesneyi elekten geçirip iyi, kötü, dost, düşman çok şey görüp geçirmiş; gözleri keskin, aydınlık yüzlü, leylek gibi bir leylekti bu yiğit… önce açtı gagasını konuşmak için ama ne çare ki ,konuşamadı gözündeki yaşlardan, sonra yutkundu ve toparladı kendini ve dedi…

Ben, buraya göçen her dinden,
her dilden kanat kanada yaşayan,
rızkımızı hakçasına paylaşan
leyleklerden biriyim ki,
yüce Bargu,
güneşe tapan, güneşin kulu Abdülşems’in adı, adımdır…

ve
bizler bilirdik ki,
kutsalların
koruyucu ve kollayıcılığında
hoşgörüsünde, bağışlayıcılığında
her türden, her cinsten her dinden ve her dilden yaşayanların
etmeleri için dualarını,
sunmaları için şükranlarını,
arındırmaları için ruhlarını…
semavi dinlerin doğduğu
 kutsal kitapların değil yalnız kırk satırının
 binlerce satırının yazıldığı
bu topraklardır ki,
toprakların en kutsalı…

oysa bize belletilen ve bellediğimiz bu kutsal topraklarda, son günlerde sözde kutsal adına yapılan öyle şeyler gördük, öyle şeyler dinledik ve işittik ki, ikrah edip, soğuduk, buza kestik,  utandık işitip, dinleyip gördüklerimizden ki ne kutsalların kırk satırında ne de satır aralarında yazılı olmalı… anlatayım, el verip, baş vurup izninizi dilerken…   

Ağustos ayının başlarıydı. Her zaman olduğu gibi varlığını hiçbir zaman havadan, sudan, topraktan ve bizden esirgemeyen Şemsin, aylak gezen bulutların arasından uzattığı koruyan ve kollayan nefesini kanatlarıma doldurmak, ellerinden öpmek için, ben daha çocukken yurt tuttuğumuz Oksitanya’daki kadim Katar Şövalyelerinin Kahraman Montsegur Kalesi benzeri Asip kalesi üzerine kurulmuş şehrin, şemsi görmeye hevesli ve dolgun ve doygun sularının; hızlı zengin yer altı kaynaklarının oluşturduğu; günlük nafakamızı ziyadesiyle çıkardığımız, yuvama yakın gölete gittiğimde, Şems, karşıki dağlarda, Urartulardan kalma, Urartuların aynasında Şivini olarak bilinen kendi adına adanmış, kule tapınağının bulunduğu  Çele’yi kızıl saçlarında vaftize aldıktan sonra Çukurca’dan bize doğru kadem kadem her bir karış toprağı kutsayarak, uzattığında koruyan ve kollayan kollarını bizden yana… üç kişi gördüm, o sırada, göletin surlara karşı kıyısında…

Tanırdım onları. Biri aydınlık yüzü, sıfıra vurulmuş saçları, gülmeye hazır çizgi dudaklı Ronî, bir diğeri şalvarının üstüne giydiği kırmızı entarisine sarkmış yandan örgülü kumral saçları, oval yüzüne hokka gibi oturmuş burnunu ortalayan yeşil gözleri ile gün kokulu kız kardeşi Rojbin’di be başında beyaz kefiyesi, yeşil şalvarı, siyah ceketi, çukura kaçmış güleç siyah gözleri, çıkık elmacık kemikleri, pamuk şekere bulanmış sarkık bıyıklarının altından adı gibi bizlere her daim gülen dedeleri, Berken Ağaydı üçüncüsü…. üçü de sırlar kesesine bürünmüş dinlerinde, kadife çiçeği kıvamına gelmiş şemse karşı, namaza durmuşlarsa da güzelliğine anlam veren, olmazsa olmaz her zamanki hınzırlığı ile Rojbin bir yandan namaza dururken bir yandan da ağabeyini dürtükleyip, gıdıklayarak onu güldürmeye çalışıyor, dedesini kızdırmamaya konuşlu zavallı Ronî de gülmemek için direnen, direndikçe daha da incelen dudaklarını ısırıyordu, göletin şehre bakan yemyeşil sol kıyısında…

Berken Ağa, zaman zaman torunları, zaman zaman da ahret bacısı, adı gibi nur yüzlü, komşusu dul Ronahî Bacıyla her sabah ve her akşam inancı gereği etrafta kimsenin olup olmadığını gözleriyle sorguladıktan sonra göletin hep aynı noktasındaki seccade misali yeşilliklerde sabah akşam üçer defa rükûa varıp sabahları sabah ve evger duasını, akşamları güneş batışı ve şehadet dualarını okuyup Melek Tavus’un kanatlarına sığınıp namazını kılardı.  Namazdan sonra, dış kapısının önünde asma kaplı çardakla süslü; göletin bol ve verimli sularıyla beslenen çeşitli sebzeler yetiştirdikleri bostanı olan; el sürmeye kıymadıkları, kıyamadıkları, şükrederek meyvelerini yedikleri yine inancı gereği kesmeye yasaklı ağaçlar arasında gizli, ağaçlarla dilli, etrafı kolye gibi dutlarla çevrili; bacasının yanında yuva yapmamız için bize göre düzen kuracak kadar gönlü zengin oğlu, gelini ve torunları ile yaşadığı; gölet ile Amediya şehrinin surları arasında surlara yakın tek katlı, üç göz odalı, evine geri dönerdi. Bir tek cumartesi günleri çalışmaz onun dışında boş durmaz hava şartları uygunsa bostanda çalışır, çalışmadığı, çalışamadığı zamanlarda hamdederdi yaşadığına…ardından kutsal kitapları Kitab-al Cilva’yı ve/veya geçmişlerini bildiren, adap ve erkân öğreten kitapları, Mashaf-i Reş’i okurdu. Okurdu O’nun dediklerini, alt alta ve altta yazılı bildirdiklerini…
“Ben ki vardım, varım, sonsuza dek var olacağım;
tüm yaratılmışlara hükmüm geçer,
tüm olaylar ve benim erkim altındaki varlıklarla ilgili her şey,
benim buyruğumla olur.
Gelişime bakar, yararlı olan neyse, onu uygularım.
Alan da benim, veren de;
zengin eden, fakir eden de;
mutlu kılan, mutsuz kılan da;
bana karışmak hakkına ve yetkisine sahip hiçbir güç yoktur.
Bana engel olmaya çalışanların üzerine acılarla hastalıklar yağdırırım.
Yeryüzündeki ve gökteki hayvanlar, denizdeki balıklar,
hepsi benim yönetim ve denetimim altındadırlar.
Mevsimler dört tanedir, unsurları da
(Dört unsur = Adem' in bedenini oluşturan toprak, hava, ateş, su) dört tanedir;
bunları ben, bağışladım.
Diğer kutsal kitaplar, yasalarıma uygun oldukları ölçüde kabul görürler;
Sakin adımı,  ya da bana yakıştırılan adları ağzınıza almayın, günaha girersiniz.
Beni simgeleyen şeylere ve resimlere saygılarınızı sunun;
çünkü onlar yasalarıma aykırı olan davranışlarınızı anımsatacaktır.
Yardımcılarımın buyruklarına uyun, sözlerine kulak verin ki benden aldıkları öte dünya bilgisini size iletsinler.”

Berken Ağa’nın uzun boylu, yapılı bedeni, köşeli ve gamzeli çenesinin üzerine oturmuş kendi oğlu Ronî’ye de miras verdiği çizgi dudaklarının üstündeki düzgün burnunu taçlandıran çelik mavi gözleriyle yakışıklı oğlu Hejar ise kavminin, her daim korunma ve savunma şartlı refleksi içinde, çevrelerinde yaşayan, yaşı gelen, eli silah tutan pek çok kişi gibi askere gitmek zorunda kalmış, o da az konuşan, mahzun ela gözleriyle buyurgan, ince uzun parmaklı ellerinin emeğinde sevecen, onurunda dik, saygıda eğik lale bedenli, ince belli gelini Şilêr ile torunlarını, Melek Tavus’un kanatlarının altına koymasına koymuştu. Koymuştu ama hem iyiliğin hem kötülüğün kaynağını simgeleyen, gözleriyle dile gelen, göremeyenlere dili belası ile gösteren O’ndan, her gün etraflarında olanları duyduklarından beri daha korkar olmuş, bu nedenle, tanrının gölgesi O’na ibadetini daha da kusursuz kılmaya çalışmaktaydı ki O, onları korusun.

Bu inançla dua ederken, sonsuzluğuna inandığı, yeşili kutsallıkla sarıp sarmalayan, kadınlarının saçlarına makas değdirilmeyen, lacivert giyilmeyen, dışarıdan kimsenin girişine izin verilmeyen, kısacası yaşadığı şehir gibi kadim surlarla çevrili kavmi,  doğduğunda vaftiz edilip ruhunu dinleyip dinlendirdiği gölet ile evinden oluşan ceviz içi kadar gerçek dünyasında,  yaşarken öte yandan da uzakları görme ve yaşama isteği Berken Ağa’da gerçek bir tutkuya dönüşmüştü.

Öyle ve biz öyle söyledi ki; geceleri gözkapakların altında aynı tutkuyla oynayan gözyuvarları, herhalde bizlere olan sevgisinden de ilham, gelecek yaşamında onu sırtına beyaz bir İnci konmuş Anfar adlı leyleğe dönüştürüyor, bu nedenle bize olan sevgi ve ilgisi artıyor, bu zincirleme etkileşim, onunla bizim aramızda koreografisi çimenlere çizili, notaları suya yazılı, sessiz bir baleye dönüşüyor, dans, dekor, kostüm, ışık bu küçük dünyanın içinde günden güne evrilirken davranış kodlarımız hiç değişmiyordu. Rüya ile gerçek birbirine karışırken, kabilemizdeki yedi leyleğin her birine taktığı adlarla, ben, Azrail, diğerleri, Azazil, Derdail, Israfil, Mikail, Semail, Cebrail ile Nurail’e giydirirken birer harmaniye Berken Ağa  kendi de dönüşürken Anfar’a rüyasında, her birimizin harmaniyesine yükledi, alaim-i semanın yedi rengindeki göğü… imbikten geçirdiği suyla ve elek elek, öbek öbek döktüğü toprakla giydirdiği yeryüzünü… kora buladığı şems ile şemse tutkun sin’i… renk ahenk giydirdiği kuşları… koca kulaklı, koca kafalı, uzun bacaklı sıska, keskin dişleriyle yatmış pusuya, yeraltında usta, her bir kuyruk darbesi yıkıcı dalgalı, nazlı ve narin mercanlarda gezen, velhasıl bin bir çeşit haşerat ve hayvan ile siklamen fuşyası, mimoza sarısı, güne dönmüş turuncu, mürdüm bordosu, kardinal kırmızısı, bahar gelini beyazı, zerde sarısı çiçekleri de birer, birer yükledi sırtımıza… ve uçtu Anfar eflatun renkli harmaniyesine yüklediği büyük beyaz İnci ile… ve o uçarken inci de yuvarlanarak büyüdü sırtında… İnci büyüdü, İnci daha da büyürken taşıyamaz oldu inciyi Anfar… silkeledi sırtından İnciyi, İnci düştü dörde kesti. Parçalardan biri yeryüzünün altına, biri gökyüzünün kapısına yerleşti, biri su oldu buluta evirildi, diğeri kırpılıp yıldızlara dönüştü. Sonra rüyasında gördü O’nu, Melek Tavus’u gördü Berken Ağa… O, çıkınında toprak, testisinde su, tulumunda hava, elinde ateşle, Adamın heykelini yontup, ruhunu üfleyip,  kutsal ülke Laleş’te, zemzem suyunda arındırırken yontusunu kirinden… yeşile kesti toprak, kuşkonmaz yeşiline, çelik yeşiline, eğrelti yeşiline, limon yeşiline, çam yeşiline, orman yeşiline, zeytin yeşiline, mersin yeşiline, armut yeşiline, çay yeşiline, ıhlamur yeşiline, kesti de yine de doyamadı yeşile… ama Adam doyunca yeşile, ilendi yalnızlığına yeşillikler içinde,  O da Adam’ın sol koltuğunun altından Havva’yı yontturdu, gönderdiği melekle ve bıraktı melek Havva’yı Dut Ağacının dibine, gece Zeytin püresi yanan kandiller eşliğinde…

O gün de aynı rüyaların esrikliği içinde oğlunun oğlu ve oğlunun kızı ile bir yandan kılarken namazını bir yandan Eylül başında tutacağı orucun ardından ölmeden önce son bir defa hacca gidip sandukayı üç kere dönüp, yüz sürüp, sonra alttan başlayarak Cem-i Sanacık’ın her bir boğumu ile zemzem dolu bakır ibriğini öperken, ruhunun baştan aşağıya duaya dönüşmüş dünyasında, soruyordu aklına, başına tekrar gidebilecek miyim acaba?

İşte tam o anda çığlıklar duyuldu bir anda! Asılı kaldı, duaları havada… soktu torunlarını, yedi leyleğin kanatlarının altına ve koştu kaygı ve korkuya kesmiş yüzüyle evine doğru zaptı zor bir telaşla… Kıpırdayamıyorduk biz, Ronî ve Rojbin’i korumak ve kollamak andına, ama duyabiliyorduk aman dileyerek yalvaran ve yakaran her dil ve dinde sesleri ki, varacak mıydı göğün yedi katına, duyulacak mıydı acaba orada?  Vardığında Berken Ağa, evinin yamacına … Ronahî Bacının boğuk, gelini Şilêr’in çığlığa kesmiş seslerinin ayırdına, kartala döndü gözleri, pençeye bilendi elleri, çıkardı naif ruhu cüppesini, donandı Mezopotamya’nın her koşulda yaşamaya ve yaşama tutkun,  savaşçı genlerini…  Yavaşça yaklaştı evinin damına, bir tilkinin dönme dolap sabrıyla… girince menziline olan biten evinin önünde ve dolayında… gördüğü… inançlarındaki kara leke maskeli yüzlerinde, bağnazlıklarındaki derbeder kelimelerle öldürücü kurşun tüfeklerinde,  sözün acımasız keskinliğindeki bıçaklarıyla, kula kulluk eden benlikleriyle iki DÎIŞ’in biri dış kapı önündeki çardağın direğine yaslamışken sol koluyla boynunu boğmaya yazdığı, sağ elindeki bıçakla da gözlerini tehdit ettiği Ronahî Bacının bedenini, diğeri ise çardaktaki masaya beline kadar yatırdığı Şiler’e,
-hiç debelenme, az sonra alacağım, kafirlere yataklık etmiş, benden gelecek kafire de yataklık edecek rahmini,  
derken,  Berken Ağa’nın gırtlağından çıkan ses değildi, sesin ve gücün ateş olup yağmasıydı mancınıkla fırlatılan… ve çökerken Berken Ağa gelininin üstündekine her zaman cebinde bulunan küçük budama testeresi ile… o anda Ronahî Bacı’nın boynunu kıran diğeri ateş etti Berken Ağa’ya, Berken Ağa ile beraber Şiler’in üstündeki DÎIŞ’in kara kefenli bedeni düşerken yere
-bu kafirlerin satırlarının aralarından kan akan kutsallarında yazan ‘Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya uğrar.’
diyen Berken Ağa’nın son sözleriydi.

Silah sesini duyunca bizler, her zaman yaptığımız, havalanıp kendimizi güvenceye almamızı dürten güdüye telek kıvırdık ve yedi kutsal leylek çocukları kollarken, bizler hızla kanat çırptık doğru Berken Ağa’nın evine, içimizden gelen diğer dürtüyle… ve gördüğümüz Şiler’in üstündeki DÎIŞ’in cansız bedeninin yanında Berken Ağa’nın cansız bedenine ağlayarak sarılmaya çalışan Şiler’in, diğer DÎIŞ tarafından sürüklenen bedeniydi o zamana kadar beslenmenin dışında hiçbir canlıya gaga kaldırmamış bizleri zıvanadan çıkaran…  birimiz arkadan saldırdı onun dikkatini dağıtırken, diğerimiz derin bir gaga darbesiyle aldı bir gözünü, bir diğerimize yem olarak sunarken… birimiz saçından çekiştirirken, diğerimiz vurdu gagasını tetikteki eline, silahını düşürtürken… hipnoza girmiş, kanat vurup, daireler halinde bizler hu çekip dönerken kalktı Şiler, elinde cansız DÎIŞ’in kan kokan bıçağı ile çöktü diğerinin gırtlağına ve fışkırırken DÎIŞ’in koyu karanlık kanı üstüne başına… avazı aştı yedi tepe, yedi dağ, yedi ırmak, yedi göl, yedi deniz, yedi ülkeye ve ulaştı yedi milyar yedi yüz milyon yedi yüz yetmiş yedi bin insana babam aşkına “

ve sonra Şiler, aldı çocukları Roni ve Rojbin’i yedi kutsal leyleğin kollarından ve aceleyle çıkarıp kinini koyu karanlık kanlı giysilerini giydi bayramlık elbiselerini... giydi de çocukları intikam bulaşmış giysileri yerine sevince donanmış giysileri görsün… bir yandan giyinip bir yandan da taşıyabileceği gerekli eşyalarını ve iki çocuğu ile cezalandırılacakları kaygı ve korkusu ile terk ederken sihri sarsılmış evini, toparladı zihni sarsılmış kendini ve yüreği ağlarken yüzü gülerek geçti artık korkmayın sadece bir müddet buralardan ayrılmamız gerekecek sözleriyle uzaklaştırdı çocuklarının kaygı selini…  ve yürüdüler günün hüznünü göğe salmış gölün puslu, sazlarla gölgeli keçi yollarından gözleri arkada, başları önde, gözyaşları birbirlerine perdeli yanaklarından damlarken ayaklarına, akılları da bir ileriye gidiyordu bir geriye, bir de hiç biri fark etmese de Şiler’in gölgesi görüyor ve biliyordu ki onu ıslatan ne gözyaşlarıydı ne de nem, onu ıslatan Şiler’den damlayan kandı birer birer üstüne, üstüne… onlar ise düşünceler içinde dönmemiz gerek, babamız Hejar bize, biz babamız Hejar’a gerek, dönemeyiz DÎIŞ daha akşamına çöker kapımıza, intikam aşkına o zaman ne Hejar bize yar olur, ne biz Hejar’a deyip daha da hızlandılar ağustos ayının nemli, imbik çeken havasında, hızlandılar da Şiler’in gölgesine damlayan kan da iki kere gölgesinin üstüne bir kere yalın toprağa damlamsys başladı ritmik aralıklarla…

İki tarafı çeltik tarlalarıyla ve kenarında saygı duruşunda sazlarla kaplı güvene adım attıkları yol ne kadar düzgün olsa da  soluyup da adım atmaya çalıştıkları hava bir o kadar yıldırıcı ve yakıcı olduğundan başlangıçtaki hızları yavaş yavaş düşer ve gözleri serin ve gölgeli bir yer ararken birden bir toz bulutu gördüler yolun yakın ilersinde sütre gerisinin ardından… saklanmakla, saklanmamak arasında ikircikli bir tereddüt arası bile yetmeden, kuyruk teleklerinden inciler, çelik mavisi toynaklarından yıldızlar damlayan bir gurup atlının arasında kaldılar. Aralarındaki demir kırı donu köpüğe kesmiş, yerinde durmaz, oynak atın üzerinde gök gözlü, ağırbaşlı edalı, şal û şapik donlu kumral bir baba yiğit nereden gelip nereye gittiklerini sordu, sevecen sözlerle sorgu dolu satır aralarından… anlatmaya korktular hikayelerini… sokuldular analarıyla çocuklar bir yumak oldular kimdi gelen bu adamlar acaba onları mı aramaktalar? Sonra düşündüler ki, karşılarında şal û şapik giyinen biri kuşkulu olsa da olası bir düşman değil, çünkü bilinen düşman bilindiği kadarıyla hiç sormaz ve sorgulamazdı, üstelik birisi çocuk iki kadın ile bir erkek çocuğu hiçbir zaman… o zaman yavaşça anlattılar hikayelerini, nereden gelip nereye gitmek istediklerini… anlattıkça gördüler ki çöreklendi ağustos ayının nemi gözlerinin içine de dolu oldu, yağdı, gök gözlü yiğit… şimşekler düştü çatırdadı dişleri, hançeresinden gök gürledi, minesi deniz kabuğu beyaz dişli yiğit… ve tuttu yüreğini iki gömlek düğmesinin arasından fırlayacak gök gözlü yiğit ve kulağında ışığa yürümüş kadınının sesi “onları sakın bırakma.”

İki atlı görevlendirdi götürmeleri için Şiler, Roni ve Rojbin’i, yakınlarda bulunan kampa gök gözlü yiğit Cîvan … korumaları altındaki gözden uzak gönülden yakın mültecileri barındıran… ve giderlerken onlar yine dörtnala engeller ve tuzaklarla dolu yolda güneye uzanan, aklı da uzandı ve bir yumak hüzün aldı Şiler’in gözlerinden, ışığa yürümüş kadını Avar’ın gözlerinde sevince dolanan…

Şiler’i ve çocukları kampa götüren gurup ise kuzeye doğru uzanan yolda bir müddet gittikten sonra yolun solunda ve hemen yanı başında bulunan bir taş ocağına doğru saptılar ve ocağa doğru atlarını sürdüler. Ocağın başına geldiklerinde yelkovan yönünde sarmala girip derin aşağıya doğru kıvrılan kamyon yolunda temkinli topuk darbeleri ile beş yüz metre ilerleyip ocak girişinden görülemeyen, kilometre çapında ocak karşı çukurundan da fark edilemeyecek panjur girişli bir aralıktan kuzeybatıya doğru süzüldüler. Karşılarına çıkan orta yaşlı ormanın başındaki nöbetçi ağaca tünemiş, yukarıdan bakan, yukarıdan alan gözleri kısık, beyaz baykuşa, gözleriyle parola veren iki atlının kılavuzluğu ile ormana girdiler. Orman içinde de bir müddet gidip bir tepeyi aştıktan sonra aşağıda ufak bir derenin çatağında batıya doğru sürdürdükleri yolculuk çatağın daralmasıyla sola doğru savrulurken geçtikleri bir ağaç kümesinin ardından yine sola doğru büyük bir yarım dairenin sonunda üç tarafı derin uçurum, bir tarafında karaya ulaşımı neredeyse ince bir iskeleyle sağlanan bir adaya ve Maya piramitleri gibi kare bir tabana oturmuş kampa geldiklerinde Şiler’in de terkisine sığındığı atın sırtından, binicinin de omuzlarından sıyrılıp yere düştüğünü şaşkınlıkla gördüler… ve gördüler ki Şiler’in sol kolu, binicinin sırtı ile atın donu kana kesmiş ki, kanın nereden ve kimden geldiğini bilip Şiler’in  neden yere düştüğünü bildiler.

Günler geçmiş, o az konuşan, mahzun ela gözleriyle buyurgan, ince uzun parmaklı ellerinin emeğinde sevecen, onurunda dik, saygıda eğik lale bedenli, ince belli Şilêr ile çocuklarını  Melek Tavus kanatlarının altına koymasına koymuştu ama hem iyiliğin hem kötülüğün kaynağını simgeleyen, gözleriyle dile gelen, göremeyenlere diliyle gösteren O, kararını vermiş görevlendirdiği clostridium perfiringens bakterisinin oluşturduğu gazlarla kolunun derisi maviye çalan davula dönmüş, giderek septik nöbet ve şoklarla örtülü cibinliğin altında Şiler’in sancılı günlerinin acısız geçmesi için ancak rüyalara izin vermiş, rüyalarında yaşadıklarına ve yaşattıklarına göre  gülümsemeye ve kederlenmeye biçimlenen dudakları, duyup da duyamadıklarından, bakıp da göremediklerinden, yiyip de tadamadıklarından, dokunup da anlayamadıklarından, uzanıp da alamadıklarından uzak,  eleme dolan, acıyla dolanan ölmeye yatmış bedeni ve Hejer’den ırakta hüzünlenen gözleriyle Şiler, rüyalarında daha korkar olmuş,  rüyalarında tanrının gölgesi O’na ibadetini daha da kusursuz kılmaya çalışmaktaydı ki;

Zamansız bir zamanda, zamandan uzak bir zamanın içinde, O’nun buyurmasıyla, bir horoz öttü çığlık çığlığa… ve aynı anda şimşekler düştü çatırdadı dişleri de hançeresinden gök gürledi minesi deniz kabuğu beyaz dişli Şiler’in başında duran yiğidin… ve aynı anda inci taneler döküldü gözlerinden Roni ile Rojbin’in… ve aynı anda uyanıp bir daha uyanmamaya yattı da çizgi dudaklarının üstündeki düzgün burnunu taçlandıran çelik mavi gözleriyle yakışıklı erkeği Hejar’ı gördü hüzünlü ela gözleriyle Şiler.
----------------------------------------------------------
Bu yazı kadınlara adanmıştır. Burgazada, 06 Mart 2015











 09.08.2014,  IŞİD’in Musul’u işgalinin ardından ile kanı helal, katli vacip topluluk olarak gösterilen Ezidilerin,Ezidilerin kutsal toprakları Şengal ve Sincar bölgesine saldırması sonucunda Telafer’deki Türkmenler gibi on binlerce Ezidi anayurtlarından edildi, Batılı kaynaklara göre bin, bazı Kürt kaynaklarına göre ise üç bine yakın Ezidi katledildi. Şengal bölgesinde dağlara sığınan Ezidilerin Irak parlamentosundaki temsilcisi Feyyan Dahir’in gözyaşları içinde “Dinimiz yeryüzünden siliniyor, size insanlık adına yalvarıyorum” sözleri bu katliamın karşı vicdanların sesi olarak kayıtlara geçmiştir.  
Mezopotamya’nın bu kadim halkı, İslam tarihinde kötü şöhretiyle bilenen Muaviye oğlu Yezit’le ilişkilendirilmelerinin önüne geçmek için özellikle Avrupa’daki diyasporanın çabaları sonucu baştaki “y” harfi düşürülerek Ezidi olarak anılmaya başlanmıştır. Kürtçe konuşan ve etnik olarak Kürt oldukları bilinen Ezidiler’in tarihte yoğun olarak Musul’un batısında Cebel Sincar’da yaşadıkları bilinmektedir.


























[1] ) Bkz. Yazarın, KOSTANTİNOPOLİSİN ÜSTÜNDE Erguvan Renkli Leylekler” , lirik anlatısı s.8 ve 9