Mehmet Altın
KUTSALIN KIRK SATIRINDA
“ Hüzünle Dolu Gözler ”
Anlatı
ÖNSÖZ
Dedi, “Öldürmeyeceksin.”
On
Emir.
·
"Bir kente
saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser,
kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına
çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle
savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız
Rab kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan
geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi
yağmalayabilirsiniz. Tanrınız Rabbin size verdiği düşman malını
kullanabilirsiniz." (Tesniye
20:10-14)
·
"Sen benim
savaş çomağım, savaş silahımsın. Ulusları parçalayacak, krallıkları yok
edeceğim seninle. Seninle, atları ve binicilerini, savaş arabalarıyla
sürücülerini kırıp ezeceğim. Erkeklerle kadınları, gençlerle yaşlıları,
delikanlılarla genç kızları, çobanla sürüsünü, çiftçiyle öküzlerini, valilerle
yardımcılarını darmadağın edeceğim. (Yeremya
51:20-23)
·
"Şimdi git,
Amalekliler'e saldır. Onlara ait her şeyi tamamen yok et, hiçbir şeyi esirgeme.
Erkek, kadın, çoluk çocuk, öküz, koyun,
deve, eşek hepsini öldür." (1.
Samuel 15/3)
·
"O şehrin
ahalisini mutlaka kılıçtan geçireceksin, onu ve onda olan her şeyi,
hayvanlarını tamamen yok edeceksin. Bütün mallarını meydanın ortasına döküp
şehri ve her şeyi yakacaksın. Bunları
Allah rızası için yapacaksın ve o yer ebedi olarak tarumar olup bir yığın
haline gelecektir." (Yasanın Tekrarı,13;15-16)
Dedi, “Adam
öldürmeyeceksin.” Matta 5.21-26, İncil
·
"Yeryüzüne
barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil kılıç getirmeye geldim.
Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına
ayrılık koymaya geldim. İnsanın düşmanları, kendi ev halkı
olacaktır." (Matta 10; 34-36)
Dedi, "Onlar ki, Allah ile
beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız
yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya uğrar." (Furkân: 68), Kuran-ı Kerim
·
"Ceza verecek
olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu
hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha
hayırlıdır." (Nahl, 16/126)
·
"Sizinle savaşanlarla
Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri
sevmez." (Bakara, 2/190)
·
"Ey iman
edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti
gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde
beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın,
takvaya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah
yaptığınız her şeyden haberdardır." (Maide,
5/8)
·
Efendimizin söz ve
uygulamalarıyla savaş hukuku daha ayrıntılı bir şekilde teşekkül etmiştir.
Savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatı veriyordu; "Allah'ın adıyla yola
koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir
anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında
öldürdüğünüz insanlara müsle (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını
kesme) yapmayın, çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları
öldürmeyin." (Müsned, 1/300;
Ebu Davud, Cihad 82; Sünen-i Kübra, 9/90)
·
Hz. Ebu Bekir de
Suriye'ye gönderdiği Hz. Üsame'ye şu talimatı vermiştir; "Ey Üsâme! İhanet
etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp)
müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar,
kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin.
Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mabetlere
çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine
karışmayın..." (İbnü'l-Esir,
2/335)
·
Savaş esnasında
öldürülmüş bir kadını görünce; "bu kadın savaşan birisi değil ki niçin
öldürüldü?" demiş ve Müslüman’ın karşısına silahı ile çıkmayan kadınların
savaşta bile öldürülmesini yasaklamıştır. (Buhari,
Cihad 147)
“Ey Laliş’in kutsal toprakları,
topraklarının ne kadarında,
Ezîdî analarının gözyaşları var?” (*)
-----------------------
(*) “Ey tuzlu
deniz, tuzunun ne kadarında Portekiz'in gözyaşları var?”
Fernando Pessoa
|
KUTSALIN KIRK
SATIRINDA
“ Hüzün Dolu Gözler ”
Eylül ayının başlarıydı, şemsin,
değişmez tören sıfatında gün doğumunda kalkıp da gök kubbeden yansıyan ışıklarıyla
denizden yumak çekip, örüp yüzeye serdiği eflatunlar, maviler, lacivertler ile
Burgaz’ın ve Heybeli’nin topraklarından topladığı yeşilleri gözüme ve gönlüme
doldurduğu; nadir ve kederli zamanlarında gördüğüm, doğrusu görmek istemediğim,
geceden kalma kara kırmızıya kesmiş dağınık saçlarını Dragos ile Kaşık Adası
arasına serdiği bir gündü. O gün, günlerden Pazar, ben, Kaşığın ucundaki kayada
açık havada oynak gölgelerin altındaydım, sim telinde gözyaşları üzerime
damlayan…
Hayırdır deyip gözlerimi
kaldırdığımda erguvan renkli leyleklerin([1])
atabeylerini gördüm, ağlayarak Kaşık Adası üstünden Burgaz Adası tepesinde Hıristos’taki
konak yerine ilk yaklaşan Bargu’ydu gözüme çarpan… o ki, leyleklerin göç
yollarını belirleyen yüce kurmay komutan. Diğerleri hava bilici Tefnut’tu Bargu’nun
sağında uçan; Bargu’nun belirlediği yollarda uçuşlara kumanda eden Shu’ydu solunda
uçan ve hepsinin önünde de büyük, küçük bütün leyleklerin sonsuz saygısında,
aksakallı izci Şebefruz’du ağır ağır kanat çırpan… hayret ve merakla baktım
onlara, onlar ki leyleklerin en bilgeleri, leyleklerin atabeylerinin ne işleri
vardı bu mevsimde, buralarda?
Diz vurup, el edip,
seslendim, ey yüce Şebefruz, Tefnut ve Shu ve iki kere yüce
Bargu, geçip gitmeyin de söyleyin bana, ne işiniz var bu mevsimde, buralarda? …
dediler, dur hele, merak
etme, Hıristos’ta bir nefeslenelim, yer edinip beslenelim, zaten bizim de
düşüncemiz paylaşmaktır nedir derdimiz, kederimiz, bütün canlılar bilsin
isteriz… deyip, vardılar Hıristos’a… Neredeyse yarım gün geçtikten sonra, dördü de göç yollarında yön
belirlemede kullandıkları ama hayatımda hiçbir zaman görmediğim ve
göremeyeceğim gibi asla konaklamadıkları, konaklamayacakları, adamın, Kaşık
Adasının, kondular Haybeli ile Burgaz’a bakan burnuna, diğer deyişle kaşığın sapının
ucuna…
Ben, olmayayım diye
Ağustos sıcağında mevta, yarı kabuğum suda yarı kabuğum dışarıda, onları da
duymak üzere kıyıya iyice yakın tutundum ve yerleştim bir kayaya, endişeli
beyaz sakallarımla… Adanın koruyucu ve kollayıcı köpekleri Ilgar ile Partal da
mevzi aldılar, hadi gidin işinize konumuna ayarlanmış gözleriyle, yaklaştırmamak
üzere pazar günü Kaşığın etrafında sağa sola demir atmış teknelerdeki meraklı insanları,
bizlerin yanı başına… El alıp, el verip, müsaade isteyip başladı iki kere yüce
Bargu anlatmaya…
Bizi buraya, yüceler yücesi Yüce Lak Abdülhabir gönderdi… son zamanlarda
Konstantinopolis ve çevresindeki göç yollarımızı belirleyen işaretlerin,
konakladığımız yerlerde beslendiğimiz akarsuların, göllerin, longoz ve
bataklıkların insanoğlunun istemem yan cebine konmuş para cüzdanı içindeki bitmez
tükenmez hırsına dualar eşliğinde kurban, kazar, keser, kırar, doldurur,
dökerleri ile yok edilmeleri nedeniyle… gönderdi ki, izleyen günlerde
Konstantinopolis üzerine bir kol batıdan, bir kol da kuzeyden gelecek leyleklerin edep ve erkanına önce nezaret edip sonra da
bu konuyu beraberce münakaşa ve münazara ederek, gelecek yıllardaki göçlerimizi nasıl,
nerelerden ve ne zamanlarda yapmamız gerektiği konusunda yeni genel güdüler geliştirmek
ve önlemler almak üzere…
Biz de bunun üzerine, dördümüz, yani ben, Tefnut, Shu ve Şebefruz
havalandık… bıyıklı sumru, bize benzer gri balıkçıllar, yarım halkalı
yağmurcunlar, kaşıkgagalar, karabataklar, akbalıkçıllar ve kelaynakların
akrabası akaynak, ibisler velhasıl dinleri, dilleri, kültürleri ayrı ama
asırlardır beraber ve yan yana yaşadığımız komşu kavim ve dostların, “ yolunuz açık, gözleriniz keskin, rüzgârınız bol,
olsun… uğurdur, uğur, uğur ola” nidaları, gakları,
vrakları ve şakımalarıyla… Nil’in
yatağındaki Kocabaş Leylekler Meclisi yerleşkesindeki, kadim ve antik papirüsten
mamul, yuvalarımızdan...
ve her zaman kullandığımız rotayı izledik Sina Yarımadası ve Kudüs’e
kadar… Kudüs’ten sonra yüz yıllardır bir an önce konaklamak için kanat
çırptığımız; kokusunu alır almaz gözlerimizi kapayıp kokusundan ulaştığımız;
yasemin kokulu şehir Şam ise son birkaç yıldır artık yasemin yerine barut,
duman, kan ve ölüm koktuğundan; oradaki çocukların ne olur bizi de alın götürün
sözleriyle, gözlerine dayanmak mümkün olmadığı gibi bu yörelerde artık siparişi
verilip de gagalarımızda teslim edeceğimiz emanet bebek torbaları
bulunmadığından; rotamızdan çıkan Şam’ı yan geçip kıyı boyunca uçup Kudüs’ten
sonra önce vardık Beyrut’a sonra da Antakya’ya...
Antakya’da her zaman konakladığımız Asi Nehri konaklama bölgesine
indiğimizde bizi karşılayan Yerelbaşlak ile beraber yediğimiz akşam yemeğinden
sonra kahvelerimizi içmek üzere çekildiğimiz bir köşede gördük ki, çevremizdeki
leyleklerin akşam yemeğinde yedikleri o güzelim taze nehir mahlûkları bile
getirmemiş keyiflerini yerine, ne laklayan var ne de taklayan başları ermiş
gibi göğe, tam tersine hepsinin başı yerde …
Sordum Yerelbaşlak’a nedir, neler oluyor, Antakya’da yaşayan kavmimizin
bu keyifsizliği de ne? Gönüllerini kıran sizin beceriksizliğiniz midir, sevk ve
idarede? Yoksa burada da mı insanoğlu çeşitli zulümlerinden birini reva
görmekte sizlere? Göğü delen üst üste kıç kıça evler yüzünden, yuva yapacak
bacalı evler kalmadı da dost ve arkadaşlarınız başka kavim ve ülkelere mi gitti
birer, birer? Yavrularınızı eğitecek, toprağı didikleyip bulunan haşarat-ı
hayvaniye ile yiyecekleri çeşitlendirecek, kanat altına baş koyup dinlenecek
çayır, çimen; gölgesine sığınacak ağaçlar buralarda da mı giderek bitiyor, onlar
diyor eşekoğlu eşek, ben diyeyim insanoğlu insanların yüzünden? Şu kenarında yurt tuğumuz, asırlardır bize
şemsin ışıklarını gagamıza, gönlümüze sağlık ve bereketle taşıyan ulu ve bilge mavi
nehir ile kolları ve çevresi de mi tehlikede insanoğlu denilen ahmağın
yüzünden? Onların bilgeleri nerede? Bilgeleri de mi insanoğlu insana artık söz
geçiremez de çekilmişler köşelerine?
Düşünmezler mi yarın çocukları hangi toprakta bulacaklar rızıklarını ve
hangi suya banacaklar ekmeklerini? Hangi çiçeğe konacak arılar, hangi toprakta
yetişecek buğday, hangi sütü içecek, hangi zeytini yiyecek çocuklar? Bilmezler
mi ki bu toprakların koruyucu ve kollayıcı olduğu kadar hiddetini? Kimdir bu “
açıkgözlü “ körler? Kutsallarının,
kutsal kitaplarının kırk satırında, satır aralarında da mı yazmaz, etmek için dualarını, sunmak için şükranlarını, arındırmak için
ruhlarını, kutsal bir mekânın sessizliği ve dinginliği gerek?
“Ey yüce Bargu, bu dediklerin hepsi de var bizim
üzüntülü gözlerimizde ve dillerimizde ama bizi asıl kederlendiren ve kaygılara
tutsak eden yaşayıp da gördüklerimizdir ki, bundan daha kötüsü hangi kutsalın
kırk satırında yer alır, kutsal adına bu yapılanlar bilmem? Ve bu nedenledir
ki, günlerdir kendimizden şüphe edip kendi kutsalımızı bile sorgulamaya
başladık, acaba bizim aramızda da var mıdır diye rezil ve edepsiz deyişler ile
düzen?” diyerek seslendi,
bizim konuşmalarımızı dinleyen leyleklerden birisi. Çağırdım, “ Gel bakalım gençlak, önce bağışla bana
ismini, sonra anlat da bilelim nedir kederlendiren hatta kahreden seni ve
sizleri?
Öne çıktı
gençlak, genç dedimse sadece benden genç; nice rüzgârlar görmüş kanatları
gelişmiş; nice azık ve torba taşımış, yuva yapmış, aş bulmuş, uzun gagasına
düşman başına onlarca çentik atılmış; belli ki nice damlalar, buz kristalleri,
kum taneleri arasından süzülüp de göz bebeğine yansıyan her bir nesneyi elekten
geçirip iyi, kötü, dost, düşman çok şey görüp geçirmiş; gözleri keskin,
aydınlık yüzlü, leylek gibi bir leylekti bu yiğit… önce açtı gagasını konuşmak için ama ne çare ki ,konuşamadı gözündeki yaşlardan, sonra yutkundu ve toparladı kendini ve dedi…
Ben, buraya göçen
her dinden,
her dilden kanat
kanada yaşayan,
rızkımızı
hakçasına paylaşan
leyleklerden biriyim
ki,
yüce Bargu,
güneşe tapan, güneşin
kulu Abdülşems’in adı, adımdır…
ve
bizler bilirdik ki,
kutsalların
koruyucu ve
kollayıcılığında
hoşgörüsünde,
bağışlayıcılığında
her türden, her
cinsten her dinden ve her dilden yaşayanların
etmeleri için
dualarını,
sunmaları için
şükranlarını,
arındırmaları için
ruhlarını…
semavi dinlerin
doğduğu
kutsal kitapların değil yalnız kırk satırının
binlerce satırının yazıldığı
bu topraklardır ki,
toprakların en
kutsalı…
oysa bize
belletilen ve bellediğimiz bu kutsal topraklarda, son günlerde sözde kutsal adına
yapılan öyle şeyler gördük, öyle şeyler dinledik ve işittik ki, ikrah edip,
soğuduk, buza kestik, utandık işitip,
dinleyip gördüklerimizden ki ne kutsalların kırk satırında ne de satır
aralarında yazılı olmalı… anlatayım, el verip, baş vurup izninizi dilerken…
Ağustos ayının
başlarıydı. Her zaman olduğu gibi varlığını hiçbir zaman havadan, sudan,
topraktan ve bizden esirgemeyen Şemsin, aylak gezen bulutların arasından
uzattığı koruyan ve kollayan nefesini kanatlarıma doldurmak, ellerinden öpmek
için, ben daha çocukken yurt tuttuğumuz Oksitanya’daki kadim Katar Şövalyelerinin
Kahraman Montsegur Kalesi benzeri Asip kalesi üzerine kurulmuş şehrin, şemsi
görmeye hevesli ve dolgun ve doygun sularının; hızlı zengin yer altı
kaynaklarının oluşturduğu; günlük nafakamızı ziyadesiyle çıkardığımız, yuvama
yakın gölete gittiğimde, Şems, karşıki dağlarda, Urartulardan kalma, Urartuların
aynasında Şivini olarak bilinen kendi adına adanmış, kule tapınağının bulunduğu
Çele’yi kızıl saçlarında vaftize aldıktan
sonra Çukurca’dan bize doğru kadem kadem her bir karış toprağı kutsayarak,
uzattığında koruyan ve kollayan kollarını bizden yana… üç kişi gördüm, o sırada,
göletin surlara karşı kıyısında…
Tanırdım onları.
Biri aydınlık yüzü, sıfıra vurulmuş saçları, gülmeye hazır çizgi dudaklı Ronî, bir
diğeri şalvarının üstüne giydiği kırmızı entarisine sarkmış yandan örgülü
kumral saçları, oval yüzüne hokka gibi oturmuş burnunu ortalayan yeşil gözleri
ile gün kokulu kız kardeşi Rojbin’di be başında beyaz kefiyesi, yeşil şalvarı,
siyah ceketi, çukura kaçmış güleç siyah gözleri, çıkık elmacık kemikleri, pamuk
şekere bulanmış sarkık bıyıklarının altından adı gibi bizlere her daim gülen dedeleri,
Berken Ağaydı üçüncüsü…. üçü de sırlar kesesine bürünmüş dinlerinde, kadife
çiçeği kıvamına gelmiş şemse karşı, namaza durmuşlarsa da güzelliğine anlam
veren, olmazsa olmaz her zamanki hınzırlığı ile Rojbin bir yandan namaza
dururken bir yandan da ağabeyini dürtükleyip, gıdıklayarak onu güldürmeye
çalışıyor, dedesini kızdırmamaya konuşlu zavallı Ronî de gülmemek için direnen,
direndikçe daha da incelen dudaklarını ısırıyordu, göletin şehre bakan yemyeşil
sol kıyısında…
Berken Ağa, zaman zaman
torunları, zaman zaman da ahret bacısı, adı gibi nur yüzlü, komşusu dul Ronahî
Bacıyla her sabah ve her akşam inancı gereği etrafta kimsenin olup olmadığını
gözleriyle sorguladıktan sonra göletin hep aynı noktasındaki seccade misali yeşilliklerde
sabah akşam üçer defa rükûa varıp sabahları sabah ve evger duasını, akşamları
güneş batışı ve şehadet dualarını okuyup Melek Tavus’un kanatlarına sığınıp namazını
kılardı. Namazdan sonra, dış kapısının
önünde asma kaplı çardakla süslü; göletin bol ve verimli sularıyla beslenen çeşitli
sebzeler yetiştirdikleri bostanı olan; el sürmeye kıymadıkları, kıyamadıkları,
şükrederek meyvelerini yedikleri yine inancı gereği kesmeye yasaklı ağaçlar
arasında gizli, ağaçlarla dilli, etrafı kolye gibi dutlarla çevrili; bacasının
yanında yuva yapmamız için bize göre düzen kuracak kadar gönlü zengin oğlu,
gelini ve torunları ile yaşadığı; gölet ile Amediya şehrinin surları arasında
surlara yakın tek katlı, üç göz odalı, evine geri dönerdi. Bir tek cumartesi
günleri çalışmaz onun dışında boş durmaz hava şartları uygunsa bostanda çalışır,
çalışmadığı, çalışamadığı zamanlarda hamdederdi yaşadığına…ardından kutsal
kitapları Kitab-al Cilva’yı ve/veya geçmişlerini bildiren, adap ve erkân öğreten
kitapları, Mashaf-i Reş’i okurdu. Okurdu O’nun dediklerini, alt alta ve altta
yazılı bildirdiklerini…
“Ben ki vardım, varım, sonsuza dek var olacağım;
tüm yaratılmışlara hükmüm geçer,
tüm olaylar ve benim erkim altındaki varlıklarla ilgili
her şey,
benim buyruğumla olur.
Gelişime bakar, yararlı olan neyse, onu uygularım.
Alan da benim, veren de;
zengin eden, fakir eden de;
mutlu kılan, mutsuz kılan da;
bana karışmak hakkına ve yetkisine sahip hiçbir güç
yoktur.
Bana engel olmaya çalışanların üzerine acılarla
hastalıklar yağdırırım.
Yeryüzündeki ve gökteki hayvanlar, denizdeki balıklar,
hepsi benim yönetim ve denetimim altındadırlar.
Mevsimler dört tanedir, unsurları da
(Dört unsur = Adem' in bedenini oluşturan toprak, hava,
ateş, su) dört tanedir;
bunları ben, bağışladım.
Diğer kutsal kitaplar, yasalarıma uygun oldukları ölçüde
kabul görürler;
Sakin adımı, ya da
bana yakıştırılan adları ağzınıza almayın, günaha girersiniz.
Beni simgeleyen şeylere ve resimlere saygılarınızı sunun;
çünkü onlar yasalarıma aykırı olan davranışlarınızı
anımsatacaktır.
Yardımcılarımın buyruklarına uyun, sözlerine kulak verin
ki benden aldıkları öte dünya bilgisini size iletsinler.”
Berken Ağa’nın
uzun boylu, yapılı bedeni, köşeli ve gamzeli çenesinin üzerine oturmuş kendi
oğlu Ronî’ye de miras verdiği çizgi dudaklarının üstündeki düzgün burnunu
taçlandıran çelik mavi gözleriyle yakışıklı oğlu Hejar ise kavminin, her daim
korunma ve savunma şartlı refleksi içinde, çevrelerinde yaşayan, yaşı gelen,
eli silah tutan pek çok kişi gibi askere gitmek zorunda kalmış, o da az
konuşan, mahzun ela gözleriyle buyurgan, ince uzun parmaklı ellerinin emeğinde
sevecen, onurunda dik, saygıda eğik lale bedenli, ince belli gelini Şilêr ile
torunlarını, Melek Tavus’un kanatlarının altına koymasına koymuştu. Koymuştu
ama hem iyiliğin hem kötülüğün kaynağını simgeleyen, gözleriyle dile gelen,
göremeyenlere dili belası ile gösteren O’ndan, her gün etraflarında olanları duyduklarından
beri daha korkar olmuş, bu nedenle, tanrının gölgesi O’na ibadetini daha da
kusursuz kılmaya çalışmaktaydı ki O, onları korusun.
Bu inançla dua
ederken, sonsuzluğuna inandığı, yeşili kutsallıkla sarıp sarmalayan,
kadınlarının saçlarına makas değdirilmeyen, lacivert giyilmeyen, dışarıdan
kimsenin girişine izin verilmeyen, kısacası yaşadığı şehir gibi kadim surlarla
çevrili kavmi, doğduğunda vaftiz edilip
ruhunu dinleyip dinlendirdiği gölet ile evinden oluşan ceviz içi kadar gerçek dünyasında,
yaşarken öte yandan da uzakları görme ve
yaşama isteği Berken Ağa’da gerçek bir tutkuya dönüşmüştü.
Öyle ve biz öyle söyledi
ki; geceleri gözkapakların altında aynı tutkuyla oynayan gözyuvarları, herhalde
bizlere olan sevgisinden de ilham, gelecek yaşamında onu sırtına beyaz bir İnci
konmuş Anfar adlı leyleğe dönüştürüyor, bu nedenle bize olan sevgi ve ilgisi
artıyor, bu zincirleme etkileşim, onunla bizim aramızda koreografisi çimenlere
çizili, notaları suya yazılı, sessiz bir baleye dönüşüyor, dans, dekor, kostüm,
ışık bu küçük dünyanın içinde günden güne evrilirken davranış kodlarımız hiç değişmiyordu.
Rüya ile gerçek birbirine karışırken, kabilemizdeki yedi leyleğin her birine
taktığı adlarla, ben, Azrail, diğerleri, Azazil, Derdail, Israfil, Mikail,
Semail, Cebrail ile Nurail’e giydirirken birer harmaniye Berken Ağa kendi de dönüşürken Anfar’a rüyasında, her
birimizin harmaniyesine yükledi, alaim-i semanın yedi rengindeki göğü… imbikten
geçirdiği suyla ve elek elek, öbek öbek döktüğü toprakla giydirdiği yeryüzünü… kora
buladığı şems ile şemse tutkun sin’i… renk ahenk giydirdiği kuşları… koca kulaklı,
koca kafalı, uzun bacaklı sıska, keskin dişleriyle yatmış pusuya, yeraltında
usta, her bir kuyruk darbesi yıkıcı dalgalı, nazlı ve narin mercanlarda gezen, velhasıl
bin bir çeşit haşerat ve hayvan ile siklamen fuşyası, mimoza sarısı, güne
dönmüş turuncu, mürdüm bordosu, kardinal kırmızısı, bahar gelini beyazı, zerde sarısı
çiçekleri de birer, birer yükledi sırtımıza… ve uçtu Anfar eflatun renkli
harmaniyesine yüklediği büyük beyaz İnci ile… ve o uçarken inci de yuvarlanarak
büyüdü sırtında… İnci büyüdü, İnci daha da büyürken taşıyamaz oldu inciyi Anfar…
silkeledi sırtından İnciyi, İnci düştü dörde kesti. Parçalardan biri yeryüzünün
altına, biri gökyüzünün kapısına yerleşti, biri su oldu buluta evirildi, diğeri
kırpılıp yıldızlara dönüştü. Sonra rüyasında gördü O’nu, Melek Tavus’u gördü Berken
Ağa… O, çıkınında toprak, testisinde su, tulumunda hava, elinde ateşle, Adamın
heykelini yontup, ruhunu üfleyip, kutsal
ülke Laleş’te, zemzem suyunda arındırırken yontusunu kirinden… yeşile kesti
toprak, kuşkonmaz yeşiline, çelik yeşiline, eğrelti yeşiline, limon yeşiline,
çam yeşiline, orman yeşiline, zeytin yeşiline, mersin yeşiline, armut yeşiline,
çay yeşiline, ıhlamur yeşiline, kesti de yine de doyamadı yeşile… ama Adam
doyunca yeşile, ilendi yalnızlığına yeşillikler içinde, O da Adam’ın sol koltuğunun altından Havva’yı
yontturdu, gönderdiği melekle ve bıraktı melek Havva’yı Dut Ağacının dibine,
gece Zeytin püresi yanan kandiller eşliğinde…
O gün de aynı
rüyaların esrikliği içinde oğlunun oğlu ve oğlunun kızı ile bir yandan kılarken
namazını bir yandan Eylül başında tutacağı orucun ardından ölmeden önce son bir
defa hacca gidip sandukayı üç kere dönüp, yüz sürüp, sonra alttan başlayarak
Cem-i Sanacık’ın her bir boğumu ile zemzem dolu bakır ibriğini öperken, ruhunun
baştan aşağıya duaya dönüşmüş dünyasında, soruyordu aklına, başına tekrar
gidebilecek miyim acaba?
İşte tam o anda
çığlıklar duyuldu bir anda! Asılı kaldı, duaları havada… soktu torunlarını, yedi
leyleğin kanatlarının altına ve koştu kaygı ve korkuya kesmiş yüzüyle evine
doğru zaptı zor bir telaşla… Kıpırdayamıyorduk biz, Ronî ve Rojbin’i korumak ve
kollamak andına, ama duyabiliyorduk aman dileyerek yalvaran ve yakaran her dil
ve dinde sesleri ki, varacak mıydı göğün yedi katına, duyulacak mıydı acaba orada? Vardığında Berken Ağa, evinin yamacına … Ronahî
Bacının boğuk, gelini Şilêr’in çığlığa kesmiş seslerinin ayırdına, kartala döndü
gözleri, pençeye bilendi elleri, çıkardı naif ruhu cüppesini, donandı
Mezopotamya’nın her koşulda yaşamaya ve yaşama tutkun, savaşçı genlerini… Yavaşça yaklaştı evinin damına, bir tilkinin
dönme dolap sabrıyla… girince menziline olan biten evinin önünde ve dolayında…
gördüğü… inançlarındaki kara leke maskeli yüzlerinde, bağnazlıklarındaki
derbeder kelimelerle öldürücü kurşun tüfeklerinde, sözün acımasız keskinliğindeki bıçaklarıyla,
kula kulluk eden benlikleriyle iki DÎIŞ’in biri dış kapı önündeki çardağın
direğine yaslamışken sol koluyla boynunu boğmaya yazdığı, sağ elindeki bıçakla
da gözlerini tehdit ettiği Ronahî Bacının bedenini, diğeri ise çardaktaki
masaya beline kadar yatırdığı Şiler’e,
-hiç debelenme, az sonra alacağım, kafirlere
yataklık etmiş, benden gelecek kafire de yataklık edecek rahmini,
derken, Berken
Ağa’nın gırtlağından çıkan ses değildi, sesin ve gücün ateş olup yağmasıydı
mancınıkla fırlatılan… ve çökerken Berken Ağa gelininin üstündekine her zaman
cebinde bulunan küçük budama testeresi ile… o anda Ronahî Bacı’nın boynunu
kıran diğeri ateş etti Berken Ağa’ya, Berken Ağa ile beraber Şiler’in üstündeki
DÎIŞ’in kara kefenli bedeni düşerken yere
-bu kafirlerin satırlarının aralarından kan
akan kutsallarında yazan ‘Allah’ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya uğrar.’
diyen Berken Ağa’nın son
sözleriydi.
Silah sesini duyunca
bizler, her zaman yaptığımız, havalanıp kendimizi güvenceye almamızı dürten
güdüye telek kıvırdık ve yedi kutsal leylek çocukları kollarken, bizler hızla
kanat çırptık doğru Berken Ağa’nın evine, içimizden gelen diğer dürtüyle… ve
gördüğümüz Şiler’in üstündeki DÎIŞ’in cansız bedeninin yanında Berken Ağa’nın
cansız bedenine ağlayarak sarılmaya çalışan Şiler’in, diğer DÎIŞ tarafından
sürüklenen bedeniydi o zamana kadar beslenmenin dışında hiçbir canlıya gaga
kaldırmamış bizleri zıvanadan çıkaran… birimiz
arkadan saldırdı onun dikkatini dağıtırken, diğerimiz derin bir gaga darbesiyle
aldı bir gözünü, bir diğerimize yem olarak sunarken… birimiz saçından
çekiştirirken, diğerimiz vurdu gagasını tetikteki eline, silahını düşürtürken…
hipnoza girmiş, kanat vurup, daireler halinde bizler hu çekip dönerken kalktı
Şiler, elinde cansız DÎIŞ’in kan kokan bıçağı ile çöktü diğerinin gırtlağına ve
fışkırırken DÎIŞ’in koyu karanlık kanı üstüne başına… avazı aştı yedi tepe,
yedi dağ, yedi ırmak, yedi göl, yedi deniz, yedi ülkeye ve ulaştı yedi milyar
yedi yüz milyon yedi yüz yetmiş yedi bin insana “ babam aşkına “ …
ve sonra Şiler,
aldı çocukları Roni ve Rojbin’i yedi kutsal leyleğin kollarından ve aceleyle
çıkarıp kinini koyu karanlık kanlı giysilerini giydi bayramlık elbiselerini...
giydi de çocukları intikam bulaşmış giysileri yerine sevince donanmış giysileri
görsün… bir yandan giyinip bir yandan da taşıyabileceği gerekli eşyalarını ve
iki çocuğu ile cezalandırılacakları kaygı ve korkusu ile terk ederken sihri sarsılmış
evini, toparladı zihni sarsılmış kendini ve yüreği ağlarken yüzü gülerek geçti artık korkmayın sadece bir müddet
buralardan ayrılmamız gerekecek sözleriyle uzaklaştırdı çocuklarının kaygı
selini… ve yürüdüler günün hüznünü göğe
salmış gölün puslu, sazlarla gölgeli keçi yollarından gözleri arkada, başları
önde, gözyaşları birbirlerine perdeli yanaklarından damlarken ayaklarına,
akılları da bir ileriye gidiyordu bir geriye, bir de hiç biri fark etmese de
Şiler’in gölgesi görüyor ve biliyordu ki onu ıslatan ne gözyaşlarıydı ne de
nem, onu ıslatan Şiler’den damlayan kandı birer birer üstüne, üstüne… onlar ise
düşünceler içinde dönmemiz gerek, babamız Hejar bize, biz babamız Hejar’a
gerek, dönemeyiz DÎIŞ daha akşamına çöker kapımıza, intikam aşkına o zaman ne
Hejar bize yar olur, ne biz Hejar’a deyip daha da hızlandılar ağustos ayının
nemli, imbik çeken havasında, hızlandılar da Şiler’in gölgesine damlayan kan da
iki kere gölgesinin üstüne bir kere yalın toprağa damlamsys başladı ritmik
aralıklarla…
İki tarafı çeltik
tarlalarıyla ve kenarında saygı duruşunda sazlarla kaplı güvene adım attıkları yol
ne kadar düzgün olsa da soluyup da adım
atmaya çalıştıkları hava bir o kadar yıldırıcı ve yakıcı olduğundan
başlangıçtaki hızları yavaş yavaş düşer ve gözleri serin ve gölgeli bir yer
ararken birden bir toz bulutu gördüler yolun yakın ilersinde sütre gerisinin
ardından… saklanmakla, saklanmamak arasında ikircikli bir tereddüt arası bile
yetmeden, kuyruk teleklerinden inciler, çelik mavisi toynaklarından yıldızlar
damlayan bir gurup atlının arasında kaldılar. Aralarındaki demir kırı donu
köpüğe kesmiş, yerinde durmaz, oynak atın üzerinde gök gözlü, ağırbaşlı edalı,
şal û şapik donlu kumral bir baba yiğit nereden gelip nereye gittiklerini
sordu, sevecen sözlerle sorgu dolu satır aralarından… anlatmaya korktular
hikayelerini… sokuldular analarıyla çocuklar bir yumak oldular kimdi gelen bu
adamlar acaba onları mı aramaktalar? Sonra düşündüler ki, karşılarında şal û
şapik giyinen biri kuşkulu olsa da olası bir düşman değil, çünkü bilinen düşman
bilindiği kadarıyla hiç sormaz ve sorgulamazdı, üstelik birisi çocuk iki kadın
ile bir erkek çocuğu hiçbir zaman… o zaman yavaşça anlattılar hikayelerini,
nereden gelip nereye gitmek istediklerini… anlattıkça gördüler ki çöreklendi
ağustos ayının nemi gözlerinin içine de dolu oldu, yağdı, gök gözlü yiğit…
şimşekler düştü çatırdadı dişleri, hançeresinden gök gürledi, minesi deniz
kabuğu beyaz dişli yiğit… ve tuttu yüreğini iki gömlek düğmesinin arasından
fırlayacak gök gözlü yiğit ve kulağında ışığa yürümüş kadınının sesi “onları sakın bırakma.”
İki atlı
görevlendirdi götürmeleri için Şiler, Roni ve Rojbin’i, yakınlarda bulunan
kampa gök gözlü yiğit Cîvan … korumaları altındaki gözden uzak gönülden yakın
mültecileri barındıran… ve giderlerken onlar yine dörtnala engeller ve
tuzaklarla dolu yolda güneye uzanan, aklı da uzandı ve bir yumak hüzün aldı
Şiler’in gözlerinden, ışığa yürümüş kadını Avar’ın gözlerinde sevince dolanan…
Şiler’i ve
çocukları kampa götüren gurup ise kuzeye doğru uzanan yolda bir müddet
gittikten sonra yolun solunda ve hemen yanı başında bulunan bir taş ocağına
doğru saptılar ve ocağa doğru atlarını sürdüler. Ocağın başına geldiklerinde
yelkovan yönünde sarmala girip derin aşağıya doğru kıvrılan kamyon yolunda temkinli
topuk darbeleri ile beş yüz metre ilerleyip ocak girişinden görülemeyen,
kilometre çapında ocak karşı çukurundan da fark edilemeyecek panjur girişli bir
aralıktan kuzeybatıya doğru süzüldüler. Karşılarına çıkan orta yaşlı ormanın
başındaki nöbetçi ağaca tünemiş, yukarıdan bakan, yukarıdan alan gözleri kısık,
beyaz baykuşa, gözleriyle parola veren iki atlının kılavuzluğu ile ormana
girdiler. Orman içinde de bir müddet gidip bir tepeyi aştıktan sonra aşağıda
ufak bir derenin çatağında batıya doğru sürdürdükleri yolculuk çatağın
daralmasıyla sola doğru savrulurken geçtikleri bir ağaç kümesinin ardından yine
sola doğru büyük bir yarım dairenin sonunda üç tarafı derin uçurum, bir
tarafında karaya ulaşımı neredeyse ince bir iskeleyle sağlanan bir adaya ve
Maya piramitleri gibi kare bir tabana oturmuş kampa geldiklerinde Şiler’in de
terkisine sığındığı atın sırtından, binicinin de omuzlarından sıyrılıp yere
düştüğünü şaşkınlıkla gördüler… ve gördüler ki Şiler’in sol kolu, binicinin
sırtı ile atın donu kana kesmiş ki, kanın nereden ve kimden geldiğini bilip
Şiler’in neden yere düştüğünü bildiler.
Günler geçmiş, o
az konuşan, mahzun ela gözleriyle buyurgan, ince uzun parmaklı ellerinin
emeğinde sevecen, onurunda dik, saygıda eğik lale bedenli, ince belli Şilêr ile
çocuklarını Melek Tavus kanatlarının
altına koymasına koymuştu ama hem iyiliğin hem kötülüğün kaynağını simgeleyen,
gözleriyle dile gelen, göremeyenlere diliyle gösteren O, kararını vermiş görevlendirdiği
clostridium perfiringens bakterisinin oluşturduğu gazlarla kolunun derisi
maviye çalan davula dönmüş, giderek septik nöbet ve şoklarla örtülü cibinliğin
altında Şiler’in sancılı günlerinin acısız geçmesi için ancak rüyalara izin
vermiş, rüyalarında yaşadıklarına ve yaşattıklarına göre gülümsemeye ve kederlenmeye biçimlenen
dudakları, duyup da duyamadıklarından, bakıp da göremediklerinden, yiyip de
tadamadıklarından, dokunup da anlayamadıklarından, uzanıp da alamadıklarından
uzak, eleme dolan, acıyla dolanan ölmeye
yatmış bedeni ve Hejer’den ırakta hüzünlenen gözleriyle Şiler, rüyalarında daha
korkar olmuş, rüyalarında tanrının
gölgesi O’na ibadetini daha da kusursuz kılmaya çalışmaktaydı ki;
Zamansız bir
zamanda, zamandan uzak bir zamanın içinde, O’nun buyurmasıyla, bir horoz öttü
çığlık çığlığa… ve aynı anda şimşekler düştü çatırdadı dişleri de hançeresinden
gök gürledi minesi deniz kabuğu beyaz dişli Şiler’in başında duran yiğidin… ve
aynı anda inci taneler döküldü gözlerinden Roni ile Rojbin’in… ve aynı anda uyanıp
bir daha uyanmamaya yattı da çizgi dudaklarının üstündeki düzgün burnunu
taçlandıran çelik mavi gözleriyle yakışıklı erkeği Hejar’ı gördü hüzünlü ela
gözleriyle Şiler.
----------------------------------------------------------
Bu yazı kadınlara
adanmıştır. Burgazada, 06 Mart 2015
09.08.2014, IŞİD’in Musul’u işgalinin ardından ile kanı
helal, katli vacip topluluk olarak gösterilen Ezidilerin,Ezidilerin kutsal
toprakları Şengal ve Sincar bölgesine saldırması sonucunda Telafer’deki
Türkmenler gibi on binlerce Ezidi anayurtlarından edildi, Batılı kaynaklara
göre bin, bazı Kürt kaynaklarına göre ise üç bine yakın Ezidi katledildi.
Şengal bölgesinde dağlara sığınan Ezidilerin Irak parlamentosundaki temsilcisi Feyyan Dahir’in gözyaşları içinde
“Dinimiz yeryüzünden siliniyor, size insanlık adına yalvarıyorum” sözleri
bu katliamın karşı vicdanların sesi olarak kayıtlara geçmiştir.
Mezopotamya’nın bu
kadim halkı, İslam tarihinde kötü şöhretiyle bilenen Muaviye oğlu Yezit’le
ilişkilendirilmelerinin önüne geçmek için özellikle Avrupa’daki diyasporanın
çabaları sonucu baştaki “y” harfi düşürülerek Ezidi olarak anılmaya
başlanmıştır. Kürtçe konuşan ve etnik olarak Kürt oldukları bilinen Ezidiler’in
tarihte yoğun olarak Musul’un batısında Cebel Sincar’da yaşadıkları bilinmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder