7 Ocak 2013 Pazartesi



Burgaz’da Donmuş Kareler XIV.


“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Yuvam 


Evimin  Tuğrul’un vizöründen


aynama yansımış hâli…



“İkibinoniki yılının Aralığının onsekizinci günü Tuğrul’un tasviri elimde, ağır ağır çıkarken, İndos meyili üzerinden evime, önce selam verdim, meyilin ortasındaki beli kıvrık ada çamı centilmene… sonra döndüm baktım otuzikisi biten, otuzüçe basan adadaki dingin ve mutlu günlerime” diye başladı dizinin son anısına, başka hiç kimseye sözü vermeden yeşil gözlü, dede, istiridye…



“Bundan tam sekiz yıl önce, Aralık ayının en uzun gecesi henüz başlamış,   yukarıda karlı tasvirdeki, sağda büyük binadaki sekiz daireden birinde bir yandan beynimdeki imgeleri yerleştirirken klavyeye, bir yandan da keyifle yudumluyordum  lüferimi… telefonum çaldı ve tepe üstü düştüm hayalden gerçeğe…  Arayan adadan, bir arkadaşımdı…

Ne yapıyorsun? Yalnızsan atla, bize gel…

dediğinde, önce içimden dedim,
şimdi gönül koyar,
bırakırsam onları bu uzun gecede…
bu sofra ile bir kadeh lüfer,



dedim, ama sonra,
bu gece sevdalara
ve
kanlı pusulara gebe olsa da
hiç değilse
Heybeli’nin üstüne oturmuş gibi duran
mehtabın altında ölünür be usta…  
diye, içime fısıldayan sese kulak verip, fırladım evden dışarıya…

İlk defa gittiğim için hediye yeşil burgaz elimde, tıpkı şimdi çıktığım gibi çıkarken İndos meyili üzerinden arkadaşımın evine, döndüm yüzümü denize ve kendine özel sesinin ritmik tınıları içindeki sessizliğin semavi kapısından içeri girdim… Büyükayı, Küçükayı, Süreyya, Ülker, Yedi Kız Kardeş takımyıldızları ile kuyruklu yıldızlar, peşlerinde tüm yıldızlar, gökten yağarken üzerime, Heybeliyi mekân tutmuş, akkor yanan ipliksi ışınlarıyla gönülleri okşayan, Sin’in huzuruna diz çöktüm… …dua ettim;

Ey
adamızın koruyucusu kollayıcısı,
Yüce Şemsin babası,
SİN,
arındırmak için ruhumu,
barındırmak için ruhunu,
izin ver de
sana bir adım daha yakın olayım…

ve yıllardır süren umudumu aynamın arkasındaki sırra yansıttım…

vardıktan sonra arkadaşımın evine, daldığım derin arkadaş sohbetinde,
derinden gelen Sibelius’un violin konçertosu Finlandiya,
yağan kar ve rüzgarla usul usul yaylanan çam dallarının seslerinde
yayılırken dost meclisine,
gece ikiye ayrıldı
ve
 içeriden gelen sesler rakı şişesinin dibinde,
dışarıdan gelen sesler soğukla birlikte,
 düşlerimin kıvrımlarında asılı kaldı, 
beş duyum derin bir uykuya daldı…

Pencereden içeriye giren Şemsin öpücüğü ile uyandığımda aydınlık bir güne, düşümde asılı kalan sesler de düştü serçelerin, kargaların, martıların ve kedilerin aç dillerinden… çıktım dışarıya, elimde birkaç dilim somunla, açlıklarına yardımcı olmaya, ama etrafımdaki aynalar, aynalardan yansıyan tasvirler, tasvirlerden yayılan kokular, tasvirlerden uzanan renkler, tasvirlerden fırlayan simgeler esir aldı beni, olduğum yere…

dedim, bu düş,  gerçek mi?...
dedim,  adada burada yaşamalıyım
dedim, SİN, duydun sesimi, verdin işaretini, peki ama nerede, neresi?
dedi Sin;
Bir bak,
ağaçların arasından göl durgunluğunda sulara,

tellerin arasından süzülerek yansıyan dumanlara bak,
iskeleye yanaşan vapurdan,

ipil ipil ışıkları düşle,
gece, aynı vapurun uskurundan,

dolan arkaya,
dolanırken arkaya,
komşunun begonvilinden yağan çeneklerden korunmak için,
şemsiyeni almayı unutma…

dolandığında arkaya,
bahara hazırlık var,
maydanoz, salatalık, domates, biber, 
şimdiden ayrıldı evlekler,

ezan, çan hazanla
uyandığını düşle,
 bir bahar ayında
peynir, domates, biber,
bahar dalı tabaklarda,
zeytinyağı ile serinlettiğin zeytin de yanlarında,
burada
“kendi evinde,” kahvaltıda,

Kaldır kafanı bak,
Seninle tokalaşmak
 evine hoş geldin demek için
bir inip bir çıkan martılara…

dedi, ben de tekrar düştüm aynadaki sırrın arasına,

esrik ve uzun geçen günler ve gecelar sonunda, uyandığımda mavi gözlü yaseminlerin mis gibi “günaydın” kokusuna, telaşla koştum aynadan yansıyanları tekrar aramaya, düş mü gerçek mi?... diye, önce gittim arka bahçeye, beyaz zambakların arasında dolanan, Sürtük, Yumak, Kekik, Susam, Sumak miyavlayarak geldiler peşime, etrafıma baktım, dedim… SİN, sana bin şükran!...

Şems, kızıl saçlarını yıkarken Kaşıkadası ile Heybeliada arasında,  çıktım balkona Kasığın ucundaki, kırmızı, sarı, turuncu eflatun, mavi, lacivert ile yeşilin sessizliğinde, fısıl fısıl kulağıma gelen istiridye, midye ile şeytanminarelerinin coşkulu seslerine kulak kabarttım… ve dikkatle Kaşığın ucuna baktım, bana, hoş geldin, güle güle otur, tasası az, neşesi bol, sofrası şen ve açık olsun… fısıltıları içindeki istiridyeler  kabuklarında armağanları, yanlarına gidip almamı bekliyorlardı.

çevredeki damlarda oturan martılar da kanat sallayıp kutladılar, eski evimde balkon demirine dizdiğim ekmek parçaları ile beslediğim bas bariton karga aşireti de güle, güle otur, ziyaretinde getirdikleri ekmek parçalarını ile kutsadılar evimi… 
yetmedi, günler geçti börtü, böcek, karınca çıkınca ortaya, mor salkımlar patlayıp, mimozalar savrulunca ortalığa, gül ışığa gerinip, sığınınca ortancalar gölgeye, yasemin kokuya dolanıp, patlayınca tomurcuklar, basınca adayı bahar, Heybeli üstünden gelen


hafif ritmik seslere kulak kabarttım ve gökyüzüne baktım. Yakından tanıdığınız Dersadet ile beraber, başlarında “eflatun” harmaniyeli dört at ile ney, bendir, zil eşliğinde, Afrika’dan rahvan gelen leylekler, uyumlu bir edep ve erkân içinde kanatlarını savurup, Hristos üstünde “hu çekip” süzülerek, her zamanki gibi Bizans’tan İstanbul’u selâmlamadan önce, yedi eren bir birlik gönderip, onlar da geldiler hoş geldine, bana onur vermeye [1] ...

aynı anda, yolun ortasındaki çamın dibinde, bu birliği korkuyla karışık bir saygıyla ve hazırolda izleyen öncül, ardıl, biri birine bağlı, bir filo çam kese tırtılı, aldıkları komutla, törensel adımlarla tekrar harekete geçtiler, …ben de mor salkımı pıtırcıklı, begonvili açmaya yatmış, japon gülü aşka hazırlanmış, on, onaltı rasat yuvama girdim… girerken de merdiven tırabzanında birbiri ardı sıra gidip gelip her karşılaştıklarında tosuncuklar gibi kafa tokuşturup, baharı ritüelle karşılayan karıncalara, bahar bayramlarını bir kadeh rakıyla kutlayacağıma, o mis gibi anason kokusunu Burgazın Sokacıklarına salacağıma, ve bunları yazarak arkadaşlarımla paylaşacağıma söz verdim.

İşte böyle sırdaş olduk Burgaz Palas’tan tanıdığım[2] kadim ve bilge deniz minaresiyle, bundan böyle… bu evde “itiraf” ettim İstiridye Tarlalarının[3] arasındaki geçmişimi kendisine… bu evde yazmaya başladım söz verdiğim gibi siz, arkadaşlarıma, dostlarıma… her birinizin sesi, nefesi, övücü ve güzel, yardımcı ve avutucu, kucaklayıcı ve bağışlayıcı söz ve eylemleri asılı bu evin bahçesine, balkonlarına ve  odalarına…ve işte budur Tuğrul’un vizöründen evimin aynama yansımış hali… deyip yeşil gözlü, dede istiridye ve ekledi ki,

Sevgili Tuğrul Ünsal'ın 28 Haziran 2012 günü Kanuni Sultan Süleyman'a ibret"... bir gün her canlı mutlaka yazacaktır, yoksa bir değil, iki değil, on bir soru yirmi bir tasvir boynuna dolanacaktır..." ferman buyurdu. Karşısında durulur mu?... diyerek iüif öbeği üzerinden gönderdiği e-posta iletisi üzerine başladığım bu diziyi bitirirken, hepinizi bekliyorum ağırlamak için Tuğrul'un tasvirindeki damı erguvan renkli (+) işaretli, yeşil boyalı evimde... minnet ve şükranlarımı gönderiyorum aynama yansımış penceremden, kaşığın ucundaki kadim dostlarım, siz, her biriniz istiridyelere, 

Bütün çizgiler ve zaman bir noktadan kopar uzanır evrenin sonsuzluğuna... taa! ki dönüp dolaşıp koptuğu noktayla birleşip bütünleşene kadar… yaşamın, günlerin, ayların, mevsimlerin sırrı budur… bir canlının başına gelebilecek en kötü şey, anılarında dostlarının yokluğudur…  deyip bitirdi yaşlı, yeşil gözlü de şimdi yaşlı istiridye…

----------------------------------
21 Aralık 2012, Burgazada


[1] Konstantinopolisin Üstünde  Erguvan Renkli Leylekler
[2] Bkz. S.17
[3] İstiridye Tarlalarından  “İtiraflar”










Burgaz’da Donmuş Kareler XIII.


“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “


Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Meyil


Meyilin Tuğrul’un vizöründen


aynama yansımış hâli…

Hani o sevimli velet reklamda “… Baba ne yaptın ya?”  der ya… Ben de “ Hey koca Tuğrul, 8.000 evlek adamızda arayıp, tarayıp da bu sessiz, munis, itaatkâr meyili nereden buldun, be yahu?...”  diye sorayım deyip, koştum, yaşlı ve bilge deniz minaresine… burayı da sordum ona, o da anlatayım dedi…

“’Bir yıl sonra başlarına ne geleceğinden habersiz Rumların, 6 Ocak 1954’de İsa’nın doğumu ve vaftizini simgeleyen denize haç atma töreninde çekilmiş, tasvirin aynana yansımış hali üzerinden anlatabilirsem eğer’ deyip devam ederek, bu meyil; Kalpazankaya’dan gelip iskeleye uzanan, yapımı aynamın sırına da yansıyan caminin köşesine gelindiğinde ikiye ayrılan yolun,  çarşı içinden geçerek iskeleye inen sağ kanadı ile yine tasvire yansımış sırttaki evlerin arasından sahile inen sol kanadı arasında yer alır. Alt ucu da tasvirdeki beyaz kulübeye denk gelir. Rivayet odur ki, bu meyile ada halkı arasında çıkan inmez, inen çıkmaz meyili bile denir. 


Netekim, 12 Eylül’de bu meyilin öyle pek kullanılmadığını bilen ada cuntası, gezici karargâhını burada kurup, Burgaz’ı koruma ve kollama görevini icra eder, biz de durumdan habersiz, sabahın köründe eşim Ufuk ile beraber işe gider ve birbirimizi  ‘yahu, Kınalı’dan gelen bu gazete dağıtım motoru, hamasi türkü ve marşlarla, neden radyosunu avazı çıktığı kadar bağırttırıp, adaları ayağa kaldırıyor’ deyip, sorgular, bir yandan da kendisine galiz saygılar sunarken... bu meyilde durdurulup, derdest edilip gersin geriye eve gönderilmiştik…” dedi ve devam etti yeşil gözlü istiridye…

Bugünlerde 12 Eylül davasından dolayı meyil, tutuklanıp, yargılanıp hüküm giyip de kapanır mı bilemem ama şu an için tek bildiğim, bu meyili, meyilde oturan ada sakinleri dışında, Tuğrul sayesinde, artık sizlerin de bildiğidir.

Hâlbuki fayton ve arabaya koşulu beygirlerin yedi ceddimize rahmet okuduğu, eskiden su taşıyan saka eşeklerinin eğimine sövdüğü, ada sakinlerinin günlük ve haftalık gıda ve su stoklayıp milim aşağı kıpırdamadığı veya aşağıya bir kere inip yatsıya kadar çıkmadığı ne meyiller var adamızda… 

Örneğin; adanın kaşığa bakan sahiline bir üst paraleli üzerinde, bir ucu Kalpazan yoluna diğer ucu Aya Yani Kilisesi önünde,   tavan ve tahta aralarında geçmişin anılarını, tasa ve sevincini taşıyan tarihi evleri ile Mehtap Sokak...

Pazar yerinden, Viyana kuşatması yetmiyormuş gibi bir de adadaki Nemçeli rahibelerin bostanlarını kuşatıp manastırlarının altına lağım atacakmış gibi dayanan Büyük Çam Mevkii Sokak...


Bir ucu ormana, diğer ucu Leyla’ya hasret Mecnun gibi bahçelerinde gümrah ağaçlarıyla, yukarı tasvirdeki, Sarnıç Sokak…







Örneğin; adanın kaşığa bakan sahile bir üst paraleli üzerinde, bir ucu Kalpazan yoluna diğer ucu Aya Yani Kilisesi önünde,   tavan ve tahta aralarında geçmişin anılarını, tasa ve sevincini taşıyan tarihi evleri ile Mehtap Sokak…

Pazar yerinden, Viyana kuşatması yetmiyormuş gibi bir de adadaki Nemçeli rahibelerin bostanlarını kuşatıp manastırlarının altına lağım atacakmış gibi dayanan Büyük Çam Mevkii Sokak…

Bir ucu ormana, diğer ucu Leyla’ya hasret Mecnun, bahçelerinde gümrah ağaçlarıyla, yukarı tasvirdeki, Sarnıç Sokak…





Haneme çıkan iki meyil, yukarıdaki isimsiz, alttaki Yeni Yalı Sokağı 

Adını I. Cihan harbinde esir düşen Hint asıllı Fransız askerlerinden bir kısmının adada zorunlu, sonra da enişte muhabbeti ile gönüllü ikamete tabi tutulduğu, yöreden alan, ada itfaiyesinin önünden, Hristos tepeye kadar çıkan İndos Yokuşu…

ve yazabildiklerim arasında son olarak, yukarıdaki tasvirlerde haneme çıkan iki meyil, biri isimsiz, teklifsiz, serkeş ve edepsiz, diğeri Yeni Yalı Sokağı, düzenli, ip gibi dizilmiş, efendi ve sessiz…

budur işte Tuğrul’un vizöründen Yokuş adlı tasvirin aynama yansımış hali… 
----------------------------------
27 Temmuz 2012, Burgazada



Burgaz’da Donmuş Kareler XII.


“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “


Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Havuz


Adalar Su Sporları Kulübü
açık deniz havuzunun
Tuğrul’un vizöründen


1968 Gençler Sutopu Şampiyonası, şampiyonluk maçında aynama yansımış hâli…

Tuğrul vizöründen çekilmiş, Adalar Su Sporları Kulübünün açık deniz havuzunun tasvirini yaşlı ve bilge deniz minaresine gösterdiğimde bir keyiflendi ki sormayın gitsin… Anladım ki, anlatacakları uzun sürecek, ben de aldım kâğıdı, kalemi elime, alacağım notları derlemek üzere…

“Bundan tam 50 - 60 yıl önce, ben artık delisulu genç bir deniz minaresiyken,  Kaşıkadası’nın çevre suları yetmez, babamdan gizli, yedi’yeni denizleri dolanır bir Heybeli’ye, bir Burgaz’a gider gelirken… bir yandan tırnakları ojeli, kabukları sedef renkli türdeşim kızlara takılır, bir yandan da Denizaltı Hayatı Talim ve Terbiye Kurulu’ndan tatbikî dersler alırken, aşağıda gördüğünüz 1947’de tasvire düşmüş kayalığa çok gelirdik. 


Hocalarımız, saçlarına ak düşmüş midyeler, istiridyeler, pinalar, eli belinde yengeç ve ıstakozlar, beyaz düşmüş ipliksi saçları boyalı denizanalarıydı. Dersler, dalgalı ve sakin sularda seyr-i sefer, deniz feneri, güneş ve ay ile rota tayini, kendini ve kavmini koruma ve kollama hünerleri, denizde bulunana yumulma hakkı ve hukuku, doyurana şükür ahlakı, kayalıklara tırmanma, babalara tutunma beden terbiyesi, saate bilmem kaç devir/debiyle bir alttan, bir üstten kaç balık geçti, iki aradan matematiği, kabukla alarm üfleme müziği gibi konularda kümelenirdi. Bizim aklımız ise kusursuz sarmalı ile ince uzun belli, yanına vardığında şeytan mesafeli kızlarda olup, kara tahta kayaya bakar görür, hocaları işitir dinlemez, sığ deniz sarhoşluğundayken yakalanır,  bedelini de kilolarca karides ayıklama cezası ile öderdik.

İşte bu git geller ve dersler sürerken hayatı yalnız kendi klanlarımızın kabukluları ile değil diğer canlılarla da paylaşmaya başladık. Yanı başımızda yaşayan Burgazada halkını rızk peşinde yoldaş, istihsale kaliteli paydaş edince, arkadaşlığı ve dostluğu, keyifte ve kederde ortaklığı iyice pekiştirip,  yalnız neşe ve üzüntü  değil, sırlar da verdik, güven içinde birbirimize…

Yine böyle günlerden birinde, söyleşir ve demlenirken balıkçı Muvakkar, Kosta ve Boğos reislerle adanın kimilerince Fener Burnu, kimilerince Moloz Burnu denen ve ada limanını lodostan koruyan, kayalık yerde öğrendik ki;

Turgut Egemen, Ahmet Elberger, Sezai Elgin, Coni Kaliç, Hristo Kifidis, Sven Berg, ve ismini burada sayamadığım adalı aksakal, bilge kişiler,[1]  akşam üzere işten gelip, Burgaz Palas’ın altındaki Yordan’ın meyhanesinde kapı girişindeki üstü çinko kaplı, büyük yuvarlak masanın etrafında fikir tokuşturup, el ele verip olur mu olmaz mı sirtakisi çekip, burada bu yerde kurmaya karar vermişler tek amacı spor olan Adalar Su Sporları Kulübü Derneğini[2]

nitekim, bunu öğrendiğimizden bir müddet sonra da kurucular ile adalılar tam elli yıl önce, 27 Temmuz 1963’de burada toplandılar ve ilan ederken Kurucu Başkan Dr. Ahmet Elberger;

Üye ve sporcularını, su üstü ve sualtı dallarında (Yüzme, Sutopu, Yelken, Sualtı) bir okul disiplini altında öğretmen ve antrenörler nezaretinde yetiştirmek, sporcuların belirtilen branşlarda müsabakalara iştirakini sağlamak…

şeklinde düzenlenen Adalar Su Sporları Kulübü’nün kuruluş amacını, kulübün açılış sevinci ve heyecanı içinde, spor ve insan sevgisi dolu kalbi durdu.[3]

deyip, gözlerindeki yaşları gizleyemeyen, yaşlı ve bilge deniz minaresini bir müddet yalnız bırakıp, sessizce yanından uzaklaştım.

Dönüp geldiğimde, sakinleşmiş ama biraz mahzun anlatmaya devam etti…

“…açılışı izleyen günlerde, V çerçeve içinde, uçkur kısmı açık lacivert beyaz zemin üzerinde yüz yüze bakan kırmızı renkte iki denizatı ile üzerlerinde 5 adet beş köşeli kırmızı renkte yıldızlı kulüp bayrağını kendisinden devralanlar, kulübün spor amacını gerçekleştirmek için Fener Burnu Mevkii’nin molozuna, moloz katıp alanı doldurdular. Kulübün yaşam alanını genişlettiler ve alanın güneye bakan yönünde de kazıklarla çevrili denize açık bir havuz inşa ettiler.

O zamanlar İstanbul’da hatta Türkiye’de bile yeterli havuz olmadığından, 1970’li yıllara kadar su sporları ile ilgili hemen hemen bütün müsabakaların yapıldığı bu havuzdan çıkan adanın ilk rekortmen denizatları da adlarını spor tarihinin altın sayfalarına yazdırdılar.[4]

Orhan Erbelger, Ömer Tolga, Kozma Elmasoğlu, Yorgo Dimitriadis, Ümit Oğuzoğlu, Ahmet Oğuzoğlu, Panayot Stilyanopulos, Alen Giz, Mario Ovadia, Lambo Nikodinoviç ve Nusret Elgin gibi her dinden, her dilden denizatlarından,  ilk sutopu takımı, bu havuzda kutladı ilk şampiyonluklarını…

Oğullarımın da yer aldığı çeşitli ulusal şampiyonluklar kazanmış sutopu takımlarındaki istiridyeler bu havuzda yetiştiler. Beyaz zemin üzerinde birbirine bakan iki kırmızı denizatın yüreklerinin üstünde onurla taşıdılar. Elli yıl içinde bu havuzdan çıkan yüzlerce erkek ve kadın denizatı, gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda, önemli başarılara imza atıp adlarını kulüp tarihine ve Türk sporuna yazdırırken,  sutopu dalında, erkek ve kadın demeden takım halinde onlarca şampiyonluk kazanıp derecelere girdiler…



Havuzdan çıkamayan, çıkamayan bazı denizatları da sutopu dalında hakem olarak devam edip, bu satırların yazıldığı günler dâhil, Dünya Şampiyonalarında final maçları, Olimpiyat Finali yönetmek de dâhil başka hiçbir kulüpte olmayacak şekilde kariyerlerini taçlandırdılar…
 
ve elli yıl sonra 28 Nisan 2012 Cumartesi günü, Türkiye'nin dört bir yanından gelen eski sutopucular, ASSK üyeleri, ve bir kısım Burgazlılar, mevsimin ilk turfanda kulacını bu havuzda attıktan sonra merhum sutopucular anısına ağaç dikmek için toplanıp da her birinin anısına dikeceğimiz ağaç fideleri ve plaketler dağıtıldığında Sevgili Lambo Nikodinoviç'in çam fidesi ve plaketi düştü avucuma...

fideyi İndos'tan ormana doğru birinci dönemecin üst sırtında sağda, Heybeliada'ya bakan yamaca dikerken duyduğum onurla, bir kaç damla gözyaşım, can suyu ile beraber damladı toprağa... sağ kaldıkça bakacağıma söz verirken onun fidanına, birden bir ışık düştü sol omuzuma ve kaldırıp başımı baktığımda, Lambo'nun bana el salladığını gördüm, her zamanki gülen bakışlarıyla... 



işte budur, Tuğrul’un vizöründeki, ASSK, Adalar Su Sporları Kulübü havuzundaki,  “elli yıldır suda” sav sözü ile yüzen ve yüzdürülen istiridyelerin anılarıma yansıyan hali…” diyerek bitirdi sözlerini, yaşlı ve bilge istiridye, onur dolu yaşlı gözlerle, ben yeşil gözlü, dede istiridyeye de yazmak düştü bütün bunları sizlere…
-----------------------------------
09 Aralık 2012, Burgazada




[1] ASSK, Kurucu Üyeleri: Turgut Egemen, Dr. Ahmet Erbelger, Mehmet Oğuzoğlu, Coni Kaliç, Sven Berg, Sezai Elgin, Hüsnü Uzunoğlu, Ali Mansur, Fikret Güvenç, İbrahim Akman, Maya Grünberg, İzak Goldenberg ,Golyo Çalmof, Hristo Kifidis, Spiridon Etnopulos , Albert Albohayre, Sofo Can, Yener Yılmaz,  Enver Uzunoğlu, Osman Erbelger 

[2] Bkz. S.19 Tasvir-i Burgaz Palas
[3] Bkz. S.11 Tasvir-i Elberger Evi
[4] Adalar Su Sporları Kulübü kuruluş yılı olan 1963 yılından itibaren yüzme dalında büyük başarılar elde etmiş ve 100’ü aşkın Türkiye rekorunun da sahibi olmuştur. Kulübümüzün ilk rekor kıran yüzücüleri erkeklerde Ümit Oğuzoğlu, bayanlarda Nilgün Börekçi'dir. Kulübümüzde 1963-1973 yılları arasında yetişen diğer rekortmen yüzücülerimiz arasında Lale Kohen, Eser Gökçay, Nur Pahiya, Ahmet Sulu, Pandeli Biriçevski bulunmaktadır. Bayrak yüzme yarışlarında rekor kıran sporcularımız arasında bayanlarda Miriam Bahar, Yona Şonman, Fevziye Somuncuoğlu, Nilgün Börekçi; erkeklerde ise Nusret Elgin, Ahmet Sulu, Yorgo Dimitriadis ve Panayot Sitilyanopulos'u sayabiliriz. 






Burgaz’da Donmuş Kareler XI.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Vator 


Tuğrul’un vizöründen
“Ada vapuru mu? Sorusu

Tuğrul’un bu tasvirini gördüğümde “ben de buna yorum yapmam… deyip tasviri neredeyse suya atacaktım ki, Tuğrul’un mahzun ve meyus, şimdi ben ne yaptım?... bakışlarını görüp vazgeçtim…” dedi ve devam etti yeşil gözlü, dede istiridye…

Gördüğünüz, 90’lı yıllarda, yalnızca akşamları, kalabalık iş saatleri çıkışında, artan yolcu kapasitesine paralel olarak, Bostancı’dan Adalar’ın her birine ayrı ayrı, istiap haddini aşınca(!) kalkan… veya  haydi kaptan,  bu ne ya? Kalksana artık, bir saattir bekliyoruz yaa…” denince, miçonun motor marş kolunu birkaç kere çevirmesiyle harekete geçen, çinekop boyutlu teknelerin, yazları çalışan kofana boyutudur.

Dört tarafı denizle çevrili bu motorlar, Ada Dilinde, “Vator”, yani “motor dersem çık, vapur dersem çakma…”  olarak bilinir.

Bunların tedavüle çıkma nedenlerinden biri de ben, babamın beşiğinde, tıngır mıngır sallandığımdan beri hiç değişmeyen, değiştirilemeyen, kamu yararına tertip edil(e)meyen, Şehir Hatları, Bostancı-Adalar-Bostancı tarifelerinin, Şirket-i Hayriye,  Seyr-i Seferleri Tarifesinden bire bir alınmasından dolayı, tarifelerdeki geniş sefer aralarında beklemekten yorulan yolcuların, herhangi bir araçla bir an önce adaya varma talepleridir.   

Öyle ki, bu talep yoğun keyfe gerilim, cuma akşamları tavana vururdu. Günü birlik gidip gelen yolculara ek olarak, aynı iskeleden Yalova – Çınarcık’a gideceklere, hafta sonunu adada geçirecek olanlar da yolcular da eklenip, kümülatif toplamı, hep beraber vapur iskelesindeki turnikeye yüklenince, bu durumu görüp şapkası uçan ve bir birine işmar eden adalılar, bir elinde taze ceviz,  diğerinde haşlanmış mısır, verilen ve alınan selamlarla, ne olursa olsun motorları doldururdu.


“Bir an önce adaya gidelim yeter deyip,”  hepimizin de aynı adada olmanın ortak paydası ile kuru tahta üzerinde diz dize, adalıların olmazsa olmazı dedikodu nefesi mesafesinde, bu nedenlerle ve bu şekillerde yıllar geçti. Eşim siyah gözlü istiridye, küçük atlı istiridye doğmadan bir gün önce bile bu motorlarla bu şekilde seyr-i sefer eyledi.

Nihayetinde “Burgaz’a motor! Heybeli’ye motor!”  nidaları sustu. Sesi, Şehir Hatları Tarifesi’nin boşluklarını fırsat bilen neo-liberal akım, satırlarında iki rakam bir nokta iki rakam, sütunlarında ada adı, gittisi, döndüsü noktalarıyla doldurup, kendileri bir tarife oluşturdu.

Baktılar ki bu iş oturdu… halka hizmetten başka bir şey düşünmeyen etkili ve yetkili yerel yöneticiler ile yine kendim için bir şey istiyorsam namerdim diyen müteşebbis de oturdu… el ele yaptıkları fayda maliyet analizleri sonucunda, Adalar’a kış aylarında vapur çalıştırmanın, ekonomik olmadığı gerekçesiyle 2009 yılı yaz sezonu sonunda kamu yararına bir karar oturttular. 

Bu kararla da mahallesinde dolanan, endamına vurgun bıçkın motorlara, yıllardır diri ve savurgan kalçalarının köpüğüne bile yaklaştırmayan vapurlar, adalıların itirazlarına, “vapurlar için söylendik, şikâyet ettik, alın işte müstahaktır bize…” vıdı vıdıları altında, sömürülmüş gövdeleri, rimelleri akmış gözleri, pörsümüş göğüsleriyle, yerlerini vatorlara bıraktılar…

Şimdi,
evin akşamları gelen bireyini, güzel giysilerle karşılamak,
iki metre kare iskele denilemez bir yerde,
yok hükmünde…

Şimdi
vatorun içinde
sıcaklığında sevginizin, sevgisine sarılamazsın bile…

hani derler ya, “beterin, beteri vardır”

Şimdi
binemeyince, bavulla, çocuk arabası, yaşlı arabasıyla kolayca vatorlara
vallahi mumla aramaya başladık
iskele, sancak, bavulların, kolilerin üzerinden engel atlamayı, vapurlarda

Şimdi,
nerede kuracağız çilingir sofrasını,
nerede yudumlayacağız kapağın altındaki arpa hülasasını,
çözemedik bunlarda

velhasıl-ı kelam,
uzun lafın kısası
yoktur bu ucubelerin
aynama yansımış ne tasviri ne de başka bir hali ortada…


deyip, bitirdi yeşil gözlü dede istiridye…
-----------------------------------
01 Aralık 2012, Burgazada




Burgaz’da Donmuş Kareler X.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Vapur



Şehit Mustafa Aydoğdu vapurunun

Tuğrul’un vizöründen 



Burgaz vapuru olarak aynama yansımış hâli…

Nedir benim bu Tuğrul’dan çektiklerim arkadaşlar. Tasvirleri incele, bilgileri derle, Kaşıkadası’na koş, koşmak da yetmiyor ucuna kadar yüz, ara ki bul, yaşlı ve bilge deniz minaresine tasvirleri göster, topladığın bilgilerle onun aktardıklarını derle, nefes nefese bu koşturmaya “bu yaşta” kim dayanır? Vallahi de yoruldum billahi de yoruldum.

Bu arada, bir de öbeğe gelen iletilere şöyle bir baktım. Yahu bu çocuk yorulmuştur, nefes alsın deyip, bizi 30 Ağustos’ta Aya Nikola’daki dem evine “ kalp yorulur, akıl durur, ruhta yaşar sevgi sofrasına” davet eden de yok,  kızdım tabiî ki… Bari biraz tatil yapayım dedim ve yelkenleri fora ettim… orsa, apaz, pupa arada bir bayılma yelkenle Dardanel’den çıktım, vurdum diyar-küffar’a, Çeşme Deniz Savaşı’nın öcünü almaya… tavernalarda yapılan cenk aralarında, size ancak laf yetiştirebildim, o da ancak kısa kısa… bunlar önemli memleket meselesidir deyip tasvir tahlillerini mecburen bir süre durdurdum ve diziye ara verdim… Laf aramızda biraz sanatçı kaprisi de var… “bakalım bensiz ne yapacaklar, biraz beni arasınlar, öbek boş kalınca kıymetimi anlarlar…” demedim de değil…

Ama nerdeee!.. baktım kimsenin beni taktığı, tınladığı bile yok… Fethiye, Burhaniye, Behramkale, Adana dolaylarından, İstanbul Dukalığı’ndan, Felemenk Krallığından benden gayri bilumum hacı, hoca, ulema almış eline tüyü, hokkayı, baştan aşağıya yazıp çizip boyamakta, öbeği, obayı… yanıtlar, polemikler, kahkahalar havada uçuşmakta ki o zaman ben de paniğe kapıldım. İmana geldim, haddimi bildim, yeniden yazmaya başladım… diyerek, diziye, süngüsü düşmüş, süklüm püklüm yeniden döndü yeşil gözlü istiridye… hem Tuğrul’un çektiği, hem de aynasına yansıyan haliyle, çekine,  çekine vapurları sordu, yaşlı ve bilge deniz minaresine… o da dedi;

İki vapuru da bilirim. Biri senin vizöründen aynana yansıyan okumuş, okumasa da el almış, güngörmüş ve gün geçirmiş Burgaz…  her dine ve her dile saygılı ve sessiz, ağırbaşlı ve temiz Burgaz… bir elinde gazetesi, kitabı, diğerinde çantası, selam verir, selam alır her iskeleden adım atanı, adım alanı… sinekkaydı tıraşına takmış kravatı, zarafetine simge tayyörü ile Kaşığın ucundan geçerken mahlûkat-ı derya’yı rahatsız etmemek için pervane durduracak kadar etrafına saygılı Burgaz…

Her gün Heybeli’den gelen ya da Heybeli’ye giden Hüseyin Rahmi Gürpınar’a hoş geldin veya güle güle demek için el eden ve Burgaz’dan binip, Burgaz’a inen uzun pardösülü, fötr şapkası kaymış, bir elinde kitap, bir elinde oltası ile Sait Faik’i iki uzun düdük ile selamlayan Burgaz…  

Doğanın sıralı ritmiyle, vurdu mu mimoza kokusu havaya, buram buram, beraberinde tekiri, barbunu, eşkinası, mercanı tavaya buram, buram… ki zamanıdır o zaman, adaya göç eden adalılara denkleri, bavulları, tencere ve kovaları ve korumak için kendisinden kıymetli halılara sarılı buzdolaplarını hoş geldinizle taşımaya başlayan Burgaz…

Aynı yükü ve yolcularını kestane karası fırtınasının gözyaşlarında,  dalgalarla boğuşurken, hüzünle adadan uğurlayan Burgaz… 

-0-

Diğeri vapur tasvirine gelince, vay, vay ki vay, vay… hani, ne ben söyleyeyim ne sen sor, veya bir dokun bin ah işit derler ya işte aynen öyle…

Gömleklisi, t-shirtlüsü, pantolonlusu, şortlusu, şalvarlısı, peçelisi, başı bağlısı, bağıranı,  çağıranı, tekmeleyeni, koşanı, yetmiş iki dilden konuşanı bunun kazanından girip bacasından çıkar da zavallıcık,  bu yüzden ada iskelelerine yanaşmaya tir tir titrer bir an evvel iskeleden kaçmaya can atar…

Eğer, bir köşeye oturabilir, tekme atan, omuz vuran, telefonla kavga eden, “üçü bir liraya” satıcılara tahammül edebilirsen ne âlâ, yoksa gelebilmek ve gidebilmek için karadan adaya, adadan karaya kendine başka bir yol ara, … veya çık arka açığa, ön açığa… bir de dümbelek varsa, oyna yavrum oyna ki Kaşığın ucundaki mahlukat-ı derya korkudan dibe boylaya…

Bu kendini bilmezliğin vapurun adına uygun olup olmadığına, hiç kulak asma… İstediğin kaynağı ara, şehit ölmüş vatanın ağzı büzülmüş. Vapurun adı var ama şehidin kim olduğu tam bir muamma…, şehrin deniz hatalarında seyrederken eğer bulursan bu vapuru bir yerde,  ancak o zaman öğrenirsin iskele veya sancaktan birkaç basamak sonra, asılı plaketten duvarda…

Bir de bu iki tasvirin ortasında vapurlar var… Paşabahçe, Fenerbahçe, Bahçekapı, Sedef Adası, Fahri S. Korutürk, Bostancı, İnciburnu, tekmili birden sefaya hazır ada vapurları. Bu zarafet ve fazilet endamı vapurlarda, henüz, ne cep telefonu var tedavülde, ne pad’i,  ne tableti, milleti tam sarmamışken bu illet-i medeni,  bir tarafta gazete, kitap okuyup, etrafa eleştiri süzenler, bir tarafta günün yorgunluğunu kahvesi, çayı ile giderenler arasında bir de özel gruplar vardı ki, renk ahenk, zevk-i sefaları ile bu vapurların ruhunu şad ederlerdi.

Bu erbab-ı dem’in bir önceki akşam seferinde eda edilen programı akabinde, yelkovan ve akrep yarım gün sonra dönünce, yeniden imece yapılıp, siparişler, şarküteri sahibi esnafa, sabah erkenden verilirdi. Akşamüstü işten çıkılıp, bir zamanlar, Köprü, sonra Sirkeci, şimdi Kabataş’tan kalkan 18.30 vapurunun üst açığında ayrılan mekana varılınca, kısa yol zabitlerine yapılan ikramla, perde açılır,  kadehler, kimine tek, kimine birer duble ile dolardı.

Eğlence bitmez. Hatta, bu eğlencelere katılmanın adına nam katacağını, İstanbul’un gece hayatına ve magazin dünyasına bir adım daha atacağını bilen her muganninin, İstanbul sahnelerinde yer almadan önce sahne adabını bu erbabın önünde öğrendiği bile söylenir, bir rivayete göre…

Daha da öteye, bir arkadaşın doğum gününde, havalandırma bacasından çıkan sonra da ünlü bir şarkıcı olan, bir dansözü bile gördü bu gözler, netekim bir keresinde…  

Eşim, siyah gözlü istiridyenin anlattığına göre bir gün bu sefahate denk düşen kendisine bile,  “densizlikten değil tamamen nezaketten”, ikram etmişler bir duble… ama içi çekse de garibanın ağzına bile süremediği için hayatında bir kere, sadece keyiflerine ortak olmuş uzaktan gülümseyerek, sessizce…

İşin öte cephesine gelince, çekilen demler bitip,  demkeşler, birer ikişer Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyük vapurdan inerken, yumruk ile silinen ağızlara atılırken karanfiller,  sanki az önce şen şakrak, kahkaha atan kişiler, onlar değiller de… aman efendim bu ne ciddiyet, bu ne rol ki memleketin bütün sorunları üstlerinden akıyor, her biri birer cin olup akıllarınca evlerindeki şeytanı çarpıyor… Ne diyeyim, Allah akıl fikir ihsan eylesin, oklava sırtına denk gelmesin. Âmin…

Yine aklımda, bu vapurların tasvirine giren son seferleri de var ki, vapurun bir tarafında, işi uzamış veya iş gezisinden dönmüş, yarın ilk vapurun mahmurluğuna hazırlık yapan, sövgü dolu gözler, bir tarafında, demin devamı teneke kutuda, hayatının zevki, dumanının kıvrımlarında keşler ile uykuya, pirelerle beraber dalmış kişiler… bunların her biri, iskelelerden sürüklenerek inerken birer, ikişer, adalarda gece hayatına müptela, bir elinde cımbız, bir elinde ayna gençlerin, seferi başlar adalar arasında… taa ki sabah, mahmur gözleri bir kahvenin sandalyesinde açılana kadar…

 Budur işte Şehit Mustafa Aydoğdu vapurunun, Burgaz vapuru ile aynasının sırlarında ada vapurlarının aynama yansımış hali …” deyip bitirdi yaşlı ve bilge deniz minaresi…

-----------------------------------
18 Eylül 2012, Burgazada

GELEN MESAJLAR
   
Sevgili Altın Biraderim,

Bir süredir yerimden ve sevgili İstanbul’umdan uzak yollara revan durumundayım.
Sılada, senin yazın Burgaz’ın serin esintisi gibi içimi ferahlattı. Kalemin sağ olsun, uzun yaşa hep yaz.

Sevgiler

Tugrul Ünsal 19 Eylül 2012 
-0-
Hocam,
Âdemoğlu kemikten etten, bilumum havadis netten…

“ŞEHİT MUSTAFA AYDOĞDU
Haliç Tersanesinde 1981 de yapıldı. Motorlu yolcu vapuru… 456 gros, 208 net tonluk. 58.2 m. Uzunluk, 10,2 m. Genişlik ölçülerinde. Çektiği su, 2,4 metre. Danimarka Stork Work ABC yapımı 2 adet 750 şer beygirlik dizel motoru var. Çift uskurlu. Hızı 14 mil İstinye tersanesi işçilerinde, Kıbrıs Barış Harekatı şehidi Çavuş Mustafa Aydoğdu’nun adını taşıyor.”

Kısmet bugüneymiş hocam.
Selam ederim

Mesut Taşkın 24.09.2012

Aferin çocuğum. Sen varken ben niye sağı solu kurcalayayım.

Mehmet Altın 24.09.2012