Burgaz’da Donmuş Kareler VI.
“ aynama yansıyan
anılarla, imgeler “
Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL
Tasvir-i Burgaz
Palas
Burgaz Palas’ın Tuğrul’un vizöründen
Adaya ilk ve her ayak basanın mutlaka çektiği, neredeyse
adanın simgesi diyebileceğim Tuğrul’un Burgaz Palas tasvirini, yaşlı ve bilge
deniz minaresine gösterdiğimde, onu, Hıdıroğlu evinin tasvirine göre biraz daha
sakin ama bu defa da buruk ve üzgün gördüm. Nitekim sözü, önce bana vererek,
keyifsizliğini bu yolla da gösterdi…
“Anlat bakalım,
senin de bir müddet yaşadığın bu evin([1])
hikâyesini, sonunda tamamlarım, görürsem hikâyendeki eksiklerini… “ dedi, el aldım, el verdi…
Sanat tarihindeki geçmişine bakarsak, 19. yüzyıl
sonlarında, yapılan bu bina, önceleri Panteon adıyla anılırdı ki, adına uygun
bir şekilde adaya ve denize iman edenlerin, adanın sessizliğinde huzur
bulanların manevi tapınağı gibiydi. Daha sonra sırasıyla Otel Antigoni ve
Burgaz Oteli adlarıyla 1942’ye kadar otel olarak kaldı. Ardından da tadilat
geçirerek 1982’ye kadar bölüm, bölüm kiralandı.
Zamanla bakımsızlıktan harap olan bina, 1983 yılında,
özgün dış görünümü aynen korunmak üzere betonarme olarak inşa edilmeden önce,
ön yüzündeki Dor ve İyon düzenindeki sütunları, sütunlar üzerindeki üçgen
alınlıkları, friz([2])
elemanları, yüksek tavanlarındaki tavan ve kenar süslemeleri ile Neo-Grek
üslubun ilginç örneklerinden biri olarak tarihin satırlarında ve satır
aralarında görkemli yerini aldı.
Bugün de cephe görünümlerinde aslına yakın olan binanın,
ada meydanına bakan cephesinde, eksende zeminden yükselen dört konsolla bir
balkon görürüz. Denize bakan cephesinde
ise çıkmayı taşıyan dört adet İyon başlıklı sütun, açıklıkları birbirinden
ayırır. Bu cephedeki çıkmanın ikinci katı balkon açıklığı olarak değerlendirilmiş,
meydana ve çarşıya bakan çıkmalar çatıda üçgen alınlıklarla taçlanmıştır.
Denize ve meydana bakan çatı saçakları ile üçgen alınlıklar, damlalık frizleri
ile donatılmıştır.
Arkasındaki Çarşı caddesinde, zeminden çıkan dört İyon
başlı konsolla taşınan çıkmanın ön cephesi üç, yan cepheleri de üçgen alınlıklı
birer pencere ile tamamlanır. Bir dönem bir dairesinde kiracı olduğum binanın
eksene konumlu ana kapısını açıp içeri girdiğimizde, merdivenler bizi birinci
ve ikinci katlarda dörder, en üst katta iki olmak üzere, toplam on daireye
ulaştırır.
En üst kata çıkınca, size,
açacağım ikinci kapı, binanın denize ve meydana bakan çatı dubleksi
kapısıdır.
Dubleks dediğimde “ vay be, adanın istiridyesine bak, altı üstü bir
istiridye ama bir nohut oda, bir bakla sofa bile yetmiyor beyefendiye…” diye dedikoduya başlamayın…
dubleks dedikleri yerin üst katı, bir seksene altmış bir
yatağın ancak sığabildiği, Sabiha Gökçen’e yedek kontrol kulesi gibi bir yer
olup, burada bulunan yatakta, çığlıklarından başka kaybedecek hiçbir şeyleri
olmayan martılar ile alamet-i farikaları, aşiretlerinin kendine özel bet sesi
olan, karga filolarının trafiğini kontrol eder, bunu beceremediğimizde de
ışıklar içinde yatsın, Hulki Aktunç’un Argo Sözlüğü’nün tüm sayfalarını
karıştırıp dururduk…
dubleks dedikleri yerin ana katında ise dış duvarlara
yakın bazı yerlerinde el parmaklarımız, ayak parmaklarımızın ucunda gezer, bazı
yerlerde ise limbo yapar gibi değişik beden hareketleri yapardık… neyse ki ve
ne yazık ki, bizden sonra, bütün çatı katını gizemli perdelerinin altında
gizleyen bir sihirbazla, bu sorunların tamamı giderildi gizli, saklı alkışlarla…
Uzatmayayım, o zaman, o şartlara rağmen çok mutluyduk
burada… Kapılar, bacalar açık dostlukları ile bizi onurlandıran ve hala
sevgilerine sığındığım karşı daire komşularımla, burada kaldırırdık elleri,
sabah gidenleri uğurlamaya, akşam, namahrem paravanı bile bulunmayan ortak balkonda,
mangal kokusu dolu, kadehleri havaya…
İlk burada, bu evde tanıdım, yaşlı ve bilge deniz
minaresini, Pita’nın ucunda şemsin gülen yüzüyle yıkanırken, Heybeli’nin yaprak
aralarında…
Karşı kıyılarda, kötülüğün ve çirkinliğin şehveti, gece
karanlığın altında gizlenip de sabah olunca kıpır, kıpır ışıklar birer birer
söndüğünde, ilk bu evde, bu kadar çaresiz gördüm İstanbul’u, ucubeye dönerken
kahreden suskunluğunda…
İlk bu evde sevdim, yatağımda bile hissettiğim, külhanbeyi
edasıyla iskeleye vuran, Şirket-i Hayriye’den kalan, Halas, Küçüksu, Kalender,
Göztepe vapurlarını…
Bu evde gözledim, her birimizin evden eve, elden ele
büyüyen benim de büyük oğlum, ele, avuca sığmaz, göz menzilinde asla durmaz,
Kıpır Karides de dahil çocuklarımızın, ağaçlara dal, sokaklara çığlık çığlığa neşe, balıklara yoldaş,
gecelere bir yanak bir dudakla kaçamak aşka, aşık olmalarını, üstüne bir de
keder varsa burunlarına içip yerlerde kıvranmalarını… deyip bitirdi yeşil
gözlü, dede istiridye ve verdi sözü yaşlı ve bilge deniz minaresine…
[1]) İstiridye Tarlalarından “
İtiraflar “, sayfa 13, prg.1 “Yine indik çayıra, önce
iskelenin tam karşısı Ada’nın simgesi Burgaz Palas’ın çatısına…”
[2]
) Mim. Eski Yunan ve Roma
yapılarında taban kirişiyle çatı arasında kalan üzeri boydan boya kabartmalarla
süslü bölüm, °efriz.
Yeşil gözlü dede
istiridyenin çıkınından Burgaz Palas
“ beni eski yakın,
güzel günlerine götürdün. Teşekkür ederim ama benim zihnimde Burgaz Palas ne
otel, ne ev, ne simge, ne de ilginç bir örnektir… benim zihnimde Burgaz Palas,
ışık içinde demlensin, ölümünden sonra da oğlu Andrea ile karısı tarafından,
Burgaz Palas’ın denize bakan cephesinde işletilmeye devam edilen, üzüm ve
anason kokusu yüksek tavanındaki el yapımı oymalara sinmiş, ünü, İstanbul’a
bile yayılmış, Yordan’ın Meyhanesinde biçimlenir.
Vergi
müfettişliğinden kaçma Mülkiyeli Muvakkar Reis’in([1])
oltasından çıkma, kırlangıç balığının
buğulamasının defne kokusu yayılır ve lokmalar düşerken, adanın ehli
keyiflerinin damaklarına, Şilep Hasan, Lüfer Mehmet dâhil tekmil ada halkı burada
öğrenmiştir üç otuz kuruş paraya makarnanın her türlü çeşidi arasında bir de
midyelisini… ve bir daha da bulamamışlardır böyle bir ada meyhanesi, tıpkı
esnaf lokantası gibi …
Turgut Egemen([2]),
Ahmet Elberger, Sezai Elgin, Coni Kaliç, Hristo Kifidis, Sven Berg, gibi adalı
aksakal, bilge kişiler, akşam üzere
işten gelip, fikir tokuşturup, el ele verip olur mu olmaz mı sirtakisi çekip,
burada kapı girişindeki üstü çinko kaplı, büyük yuvarlak masanın etrafında kurdular
Adalar Su Sporları Kulübü Derneğini…
Yan yana konmuş üç
adet servis buzdolabının üstünde kavun, peynir, lakerda, muska böreği ile
ayakta demlenen akşamcılar, diğer deyişle Doktor Ahmet, Zangoç Todori ve Kasap
Kiryako gibi kılıbıklar, burada yazdırırlardı adlarını erkek olarak hesaba, sonra
da tıpış tıpış yürüyüp giderlerdi, eli belinde, sivri dilinde konutlarına…
müdavimlerinin
diğerleri, Bakkal Niko, Hamal Ahelia, İstiklal Harbi Gazisi Topal İsmail,
Çanakkale Savaşı Gazisi Tütüncü Yanko[3],
her zaman, her yerde kendi dil ve dinlerinde bereket duasıyla aynı kaptan
yiyip, aynı kaptan içseler de asla siyaset konuşmazlardı burada, bu mekânda…
… siyaset
konuşulmazdı ama ne yazık ki, [ sonrasında Eftelia’nın
ardına bakmadan gittiği ( [4])
] Eylül’ün o meşum 6. günü, Komiser Ahmet ile Bekçi Cebrail,
bu mekânda topladılar adalıları omuz omuza, ada dışından gelen çapulcuları
adanın Heybeli’ye bakan kıyısı, altı numarada denize dökmek için… ve o gece,
tek bir adalının bile kılına zarar gelmedi, dostlarına, arkadaşlarına sadık,
başı dik, onur dolu Burgazada’da…[5]
Budur işte içinde
adanın hikâyesini barındıran Yordan’ın meyhanesi ile Burgaz Palas’ın anılarımda
aynama yansımış hali
…” deyip, bitirdi, yaşlı ve bilge, deniz minaresi…
-----------------------------------
15 Ekim 2012, Burgazada
[1]) Burgazada’nın Alman Lisesi ve Mülkiye mezunu balıkçısı, Muvakkar
Orhon’un balkonundan çarşıya müthiş bir klarnet melodisi dağıldı. Akşamın alaca
karanlığına bürünen balkonda Muvakkar Abi, rakı elinde, daimi konuğu ünlü cazcı
Hırant Lusigyan’ı dinliyordu. Muvakkar, Mülkiye’yi bitirdikten sonra vergi müfettişliği
yapmaya başlamıştı. Bir vergi kaçakçılığını ortaya çıkardığında, kaçakçı rüşvet
teklif edince Muvakkar adamı güzelce dövdü. Bir süre sonra kaçakçının adamları
da onu öldüresiye dövünce, bu işin kendine göre olmadığını anlayan Muvakkar bir
balıkçı motoru alıp Burgazada’ya yerleşip profesyonel balıkçılığa başladı.
[2]) Her şey Adalar Su Sporları kurucularından Turgut
Egemen’e bir çift aslan yavrusu hediye edilmesiyle başladı. Burgazada’daki
evinin bahçesinde baktığı aslanlar büyümeye başlayınca Ada’nın ünlü bostancısı
Taso’nun bugün Burgazada Cemevi’nin de bulunduğu vakfa ait araziyi kiralayıp
Burgazada Hayvanat Bahçesini kurdu. Hayvanat bahçesi 1970 yılında kapatıldı.
[3] ) Bir bacağını Çanakkale’de
bırakan Gazi Topal Yanko Mataka’nın iskelenin tam karşısındaki ahşap evin
altında derme çatma bir dükkanı vardı.Tekel maddesinden, kuru yemişe,
oyuncaktan kırtasiye ve tuhafiyeye her şeyi satardı. En önemli müşterileri
çocuklardı.
[4] ) Bkz. Tasvir-i Hıdıroğlu Evi, son
paragraf
[5]) Bekçi Halit ile Cebrail, Hüseyin
Kaptan’ın teknesindeki yirmi kişiyi uygun noktalara yerleştirdi. Av tüfekliler
konuşlandı. Sapanlı gençler onların arasına yerleştirildi. “DUR” ihtarına
uymayan teknelere taş atılacak, su kesimlerine ateş edilecekti. İnsanlara
değil… 1955 yılının 6 Eylül Salı günü yağmacıların, farklı dinden insanların
yoğun olarak yaşadığı Adalar’a saldırması bekleniyordu. Burgazada Nahiye Müdürü
Zühtü, Komiserleri Ahmet ve Remzi adalıları örgütledi. Farklı dindekiler
Müslüman evlerinde korumaya alındı. Ayrıca, silahlı adalılar adanın kıyılarında
karaya çıkılabilecek kritik noktalara yerleştirildi. Nitekim yağmacı tekneleri,
Burgazada’ya geldiler ama bütün saldırıları püskürtüldü. Kaçarlarken iki
tekneleri çarpışıp battı ama ne yağmacılardan ne de adalılardan kimse vurulmadı
ve ölmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder