1 Ocak 2013 Salı


Burgaz’da Donmuş Kareler VI. 

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Burgaz Palas 



Burgaz Palas’ın Tuğrul’un vizöründen


 19.yüzyılının sonlarından aynama yansımış hâli…

Adaya ilk ve her ayak basanın mutlaka çektiği, neredeyse adanın simgesi diyebileceğim Tuğrul’un Burgaz Palas tasvirini, yaşlı ve bilge deniz minaresine gösterdiğimde, onu, Hıdıroğlu evinin tasvirine göre biraz daha sakin ama bu defa da buruk ve üzgün gördüm. Nitekim sözü, önce bana vererek, keyifsizliğini bu yolla da gösterdi…

“Anlat bakalım, senin de bir müddet yaşadığın bu evin([1]) hikâyesini, sonunda tamamlarım, görürsem hikâyendeki eksiklerini… “ dedi, el aldım, el verdi…

Sanat tarihindeki geçmişine bakarsak, 19. yüzyıl sonlarında, yapılan bu bina, önceleri Panteon adıyla anılırdı ki, adına uygun bir şekilde adaya ve denize iman edenlerin, adanın sessizliğinde huzur bulanların manevi tapınağı gibiydi. Daha sonra sırasıyla Otel Antigoni ve Burgaz Oteli adlarıyla 1942’ye kadar otel olarak kaldı. Ardından da tadilat geçirerek 1982’ye kadar bölüm, bölüm kiralandı.

Zamanla bakımsızlıktan harap olan bina, 1983 yılında, özgün dış görünümü aynen korunmak üzere betonarme olarak inşa edilmeden önce, ön yüzündeki Dor ve İyon düzenindeki sütunları, sütunlar üzerindeki üçgen alınlıkları, friz([2]) elemanları, yüksek tavanlarındaki tavan ve kenar süslemeleri ile Neo-Grek üslubun ilginç örneklerinden biri olarak tarihin satırlarında ve satır aralarında görkemli yerini aldı.


Bugün de cephe görünümlerinde aslına yakın olan binanın, ada meydanına bakan cephesinde, eksende zeminden yükselen dört konsolla bir balkon görürüz.  Denize bakan cephesinde ise çıkmayı taşıyan dört adet İyon başlıklı sütun, açıklıkları birbirinden ayırır. Bu cephedeki çıkmanın ikinci katı balkon açıklığı olarak değerlendirilmiş, meydana ve çarşıya bakan çıkmalar çatıda üçgen alınlıklarla taçlanmıştır. Denize ve meydana bakan çatı saçakları ile üçgen alınlıklar, damlalık frizleri ile donatılmıştır.

Arkasındaki Çarşı caddesinde, zeminden çıkan dört İyon başlı konsolla taşınan çıkmanın ön cephesi üç, yan cepheleri de üçgen alınlıklı birer pencere ile tamamlanır. Bir dönem bir dairesinde kiracı olduğum binanın eksene konumlu ana kapısını açıp içeri girdiğimizde, merdivenler bizi birinci ve ikinci katlarda dörder, en üst katta iki olmak üzere, toplam on daireye ulaştırır. 

En üst kata çıkınca, size,  açacağım ikinci kapı, binanın denize ve meydana bakan çatı dubleksi kapısıdır.

Dubleks dediğimde “ vay be, adanın istiridyesine bak, altı üstü bir istiridye ama bir nohut oda, bir bakla sofa bile yetmiyor beyefendiye…” diye dedikoduya başlamayın…

dubleks dedikleri yerin üst katı, bir seksene altmış bir yatağın ancak sığabildiği, Sabiha Gökçen’e yedek kontrol kulesi gibi bir yer olup, burada bulunan yatakta, çığlıklarından başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan martılar ile alamet-i farikaları, aşiretlerinin kendine özel bet sesi olan, karga filolarının trafiğini kontrol eder, bunu beceremediğimizde de ışıklar içinde yatsın, Hulki Aktunç’un Argo Sözlüğü’nün tüm sayfalarını karıştırıp dururduk…

dubleks dedikleri yerin ana katında ise dış duvarlara yakın bazı yerlerinde el parmaklarımız, ayak parmaklarımızın ucunda gezer, bazı yerlerde ise limbo yapar gibi değişik beden hareketleri yapardık… neyse ki ve ne yazık ki, bizden sonra, bütün çatı katını gizemli perdelerinin altında gizleyen bir sihirbazla, bu sorunların tamamı giderildi gizli, saklı alkışlarla…   

Uzatmayayım, o zaman, o şartlara rağmen çok mutluyduk burada… Kapılar, bacalar açık dostlukları ile bizi onurlandıran ve hala sevgilerine sığındığım karşı daire komşularımla, burada kaldırırdık elleri, sabah gidenleri uğurlamaya, akşam, namahrem paravanı bile bulunmayan ortak balkonda, mangal kokusu dolu, kadehleri havaya…

İlk burada, bu evde tanıdım, yaşlı ve bilge deniz minaresini, Pita’nın ucunda şemsin gülen yüzüyle yıkanırken, Heybeli’nin yaprak aralarında…

Karşı kıyılarda, kötülüğün ve çirkinliğin şehveti, gece karanlığın altında gizlenip de sabah olunca kıpır, kıpır ışıklar birer birer söndüğünde, ilk bu evde, bu kadar çaresiz gördüm İstanbul’u, ucubeye dönerken kahreden suskunluğunda…

İlk bu evde sevdim, yatağımda bile hissettiğim, külhanbeyi edasıyla iskeleye vuran, Şirket-i Hayriye’den kalan, Halas, Küçüksu, Kalender, Göztepe vapurlarını…


Bu evde gözledim, her birimizin evden eve, elden ele büyüyen benim de büyük oğlum, ele, avuca sığmaz, göz menzilinde asla durmaz, Kıpır Karides de dahil çocuklarımızın, ağaçlara dal,  sokaklara çığlık çığlığa neşe, balıklara yoldaş, gecelere bir yanak bir dudakla kaçamak aşka, aşık olmalarını, üstüne bir de keder varsa burunlarına içip yerlerde kıvranmalarını… deyip bitirdi yeşil gözlü, dede istiridye ve verdi sözü yaşlı ve bilge deniz minaresine…


[1]) İstiridye Tarlalarından “ İtiraflar “, sayfa 13, prg.1 “Yine indik çayıra, önce iskelenin tam karşısı Ada’nın simgesi Burgaz Palas’ın çatısına…”

[2] ) Mim. Eski Yunan ve Roma yapılarında taban kirişiyle çatı arasında kalan üzeri boydan boya kabartmalarla süslü bölüm, °efriz.


Yeşil gözlü dede istiridyenin çıkınından Burgaz Palas

“ beni eski yakın, güzel günlerine götürdün. Teşekkür ederim ama benim zihnimde Burgaz Palas ne otel, ne ev, ne simge, ne de ilginç bir örnektir… benim zihnimde Burgaz Palas, ışık içinde demlensin, ölümünden sonra da oğlu Andrea ile karısı tarafından, Burgaz Palas’ın denize bakan cephesinde işletilmeye devam edilen, üzüm ve anason kokusu yüksek tavanındaki el yapımı oymalara sinmiş, ünü, İstanbul’a bile yayılmış, Yordan’ın Meyhanesinde biçimlenir.

Vergi müfettişliğinden kaçma Mülkiyeli Muvakkar Reis’in([1]) oltasından çıkma,  kırlangıç balığının buğulamasının defne kokusu yayılır ve lokmalar düşerken, adanın ehli keyiflerinin damaklarına, Şilep Hasan, Lüfer Mehmet dâhil tekmil ada halkı burada öğrenmiştir üç otuz kuruş paraya makarnanın her türlü çeşidi arasında bir de midyelisini… ve bir daha da bulamamışlardır böyle bir ada meyhanesi, tıpkı esnaf lokantası gibi … 

Turgut Egemen([2]), Ahmet Elberger, Sezai Elgin, Coni Kaliç, Hristo Kifidis, Sven Berg, gibi adalı aksakal, bilge kişiler,  akşam üzere işten gelip, fikir tokuşturup, el ele verip olur mu olmaz mı sirtakisi çekip, burada kapı girişindeki üstü çinko kaplı, büyük yuvarlak masanın etrafında kurdular Adalar Su Sporları Kulübü Derneğini…

Yan yana konmuş üç adet servis buzdolabının üstünde kavun, peynir, lakerda, muska böreği ile ayakta demlenen akşamcılar, diğer deyişle Doktor Ahmet, Zangoç Todori ve Kasap Kiryako gibi kılıbıklar, burada yazdırırlardı adlarını erkek olarak hesaba, sonra da tıpış tıpış yürüyüp giderlerdi, eli belinde, sivri dilinde konutlarına…

müdavimlerinin diğerleri, Bakkal Niko, Hamal Ahelia, İstiklal Harbi Gazisi Topal İsmail, Çanakkale Savaşı Gazisi Tütüncü Yanko[3], her zaman, her yerde kendi dil ve dinlerinde bereket duasıyla aynı kaptan yiyip, aynı kaptan içseler de asla siyaset konuşmazlardı burada, bu mekânda…

… siyaset konuşulmazdı ama ne yazık ki, [ sonrasında Eftelia’nın ardına bakmadan gittiği    ( [4]) ] Eylül’ün o meşum 6. günü, Komiser Ahmet ile Bekçi Cebrail, bu mekânda topladılar adalıları omuz omuza, ada dışından gelen çapulcuları adanın Heybeli’ye bakan kıyısı, altı numarada denize dökmek için… ve o gece, tek bir adalının bile kılına zarar gelmedi, dostlarına, arkadaşlarına sadık, başı dik, onur dolu Burgazada’da…[5]

Budur işte içinde adanın hikâyesini barındıran Yordan’ın meyhanesi ile Burgaz Palas’ın anılarımda aynama yansımış hali …” deyip, bitirdi, yaşlı ve bilge, deniz minaresi…
 -----------------------------------
 15 Ekim 2012, Burgazada



[1]) Burgazada’nın Alman Lisesi ve Mülkiye mezunu balıkçısı, Muvakkar Orhon’un balkonundan çarşıya müthiş bir klarnet melodisi dağıldı. Akşamın alaca karanlığına bürünen balkonda Muvakkar Abi, rakı elinde, daimi konuğu ünlü cazcı Hırant Lusigyan’ı dinliyordu. Muvakkar, Mülkiye’yi bitirdikten sonra vergi müfettişliği yapmaya başlamıştı. Bir vergi kaçakçılığını ortaya çıkardığında, kaçakçı rüşvet teklif edince Muvakkar adamı güzelce dövdü. Bir süre sonra kaçakçının adamları da onu öldüresiye dövünce, bu işin kendine göre olmadığını anlayan Muvakkar bir balıkçı motoru alıp Burgazada’ya yerleşip profesyonel balıkçılığa başladı.
[2]) Her şey Adalar Su Sporları kurucularından Turgut Egemen’e bir çift aslan yavrusu hediye edilmesiyle başladı. Burgazada’daki evinin bahçesinde baktığı aslanlar büyümeye başlayınca Ada’nın ünlü bostancısı Taso’nun bugün Burgazada Cemevi’nin de bulunduğu vakfa ait araziyi kiralayıp Burgazada Hayvanat Bahçesini kurdu. Hayvanat bahçesi 1970 yılında kapatıldı.
[3] ) Bir bacağını Çanakkale’de bırakan Gazi Topal Yanko Mataka’nın iskelenin tam karşısındaki ahşap evin altında derme çatma bir dükkanı vardı.Tekel maddesinden, kuru yemişe, oyuncaktan kırtasiye ve tuhafiyeye her şeyi satardı. En önemli müşterileri çocuklardı.
[4] ) Bkz. Tasvir-i Hıdıroğlu Evi, son paragraf
[5]) Bekçi Halit ile Cebrail, Hüseyin Kaptan’ın teknesindeki yirmi kişiyi uygun noktalara yerleştirdi. Av tüfekliler konuşlandı. Sapanlı gençler onların arasına yerleştirildi. “DUR” ihtarına uymayan teknelere taş atılacak, su kesimlerine ateş edilecekti. İnsanlara değil… 1955 yılının 6 Eylül Salı günü yağmacıların, farklı dinden insanların yoğun olarak yaşadığı Adalar’a saldırması bekleniyordu. Burgazada Nahiye Müdürü Zühtü, Komiserleri Ahmet ve Remzi adalıları örgütledi. Farklı dindekiler Müslüman evlerinde korumaya alındı. Ayrıca, silahlı adalılar adanın kıyılarında karaya çıkılabilecek kritik noktalara yerleştirildi. Nitekim yağmacı tekneleri, Burgazada’ya geldiler ama bütün saldırıları püskürtüldü. Kaçarlarken iki tekneleri çarpışıp battı ama ne yağmacılardan ne de adalılardan kimse vurulmadı ve ölmedi.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder