Burgaz’da Donmuş Kareler V.
“ aynama yansıyan
anılarla, imgeler “
Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL
Tasvir-i Hıdıroğlu Evi
Hıdıroğlu Evinin Tuğrul’un vizöründen
1936 yılında aynama yansımış hâli…
Tuğrul’un tasvirini yaşlı ve bilge deniz minaresine
gösterdiğimde, onu ilk defa bu kadar kızgın ve hiddetli gördüm.
“Senin bana bu
yaptığını, martılar bile yapmaz. Bu evin Tuğrul’un tasvirine yansımış yeni hali
tam bir düzme ve düzmece. Yapanlar, yaptıranlar, yapımına devletin mührü ile o
devirde damga vuranlar ise, dört eğilimle, dört gerilimi birleştirip, cari
kanun, tamim gibi düzenlemeleri “ bir kere delmekle bir
şey olmaz…” düzeninin, düzenleri… deyip devam etti…
Bir Hıdıroğlı
Evi’nin yukarıdaki 1936 yılından aynana yansıyan cephe tasvirine bak, bir de
bir satır yukarıdaki, yeni halindeki cephe tasvirine… Ne kişiliği kalmış, ne
eski sahipleri… Bir gereksinmeyi karşılamak amacıyla, birçok şeyi bir birini
tamamlayacak biçimde bir araya getiren yeni sahipleri, evi düzeltip,
düzenlemişler ama evin bu türevine göre, sadece balkon korkulukları ile ikinci
katın ahşap bezemeleri birbirlerine benzemişler..
Oysa oğulları ile
bir kızı, sen, yeşil gözlü istiridyenin arkadaşı olan, 1936 yılında tabedilen,
tasvirdeki kadının da komşu olduğu, 19.yüzyıl sonunda Ligoraki Hıdıroğlu
tarafından yaptırılan, zemini kâgir, iki katlı ahşap Hıdıroğlu konağına, türevi
gibi zemindeki katlara ortadan, diğer katlara da sağ yan cepheden girilmezdi.
Ekseninin solundaki geniş mermer merdivenlerle girilirdi.
Kâgir zeminde biri
kemerli, biri de kitleden öne çıkmış sağ zemininde dikdörtgen bir pencere
bulunur, onun da üzerinde ortası geniş, sağ ve sol yanı dar üçlü bir pencere
grubu üzerinde dört konsolla taşınan bir balkona çıkılırdı. Bu balkonda bazen
sessizliğin sesine dalan Hıdıroğlu’nun kızı, mavi kanlı, mavi gözlü, saman altı
su yürütücü yalıçapkını Eftalia’ya, ben de deniz kenarından laf atar, onun beni
bir kavanoza koyup, ada hayatının gizemli koridorlarında dolaştırmasını
sağlardım. İşte adada dolaştığımız o günlerden bir gün Eftelia’nın kuzeni
Marianna’nın bana fısıldadıklarını hiç unutamam ki, bana;
Ey minare! Sen adayı uykuda yakaladın mı hiç?
Deniz dinlenirken, birbirine fısıldayan kayıkları, ağaçların aşk
hışırtılarını işittin mi hiç?
Ya da sessiz esen rüzgârın geçmişten kalan kalp kırıklarını süpürdüğünü
fark ettin mi hiç?
Ne zaman gerçekten baktık, ne zaman gerçekten dinledik, adayı?
Bilemediğimiz
nelere göğüs gerdi, ada?
Yüzyıllardır
ayakta.
Badireler
atlattı, yılmadı, ayrılıklarla bilendi, yıkılmadı.
Kavuşmalarla
tazelendi, aşklarla yeşillendi.
Gün
geldi göçenlere yatak, gün geldi doğanlara kundak oldu.
Ciğerlerini
söktüler ses etmedi, renklerini sildiler pes etmedi.
Hep
bekledi.
İnsanlar
çekildiğinde hep ona kaldı yorgun ruhların çilesi…
Gözü
pek köpeklerin, karnı aç kedilerin korkuları onu sardı.
Fırtınalara
karıştı, dalgalarla savaştı…
Bir
tek sessizliğine çare bulamadı, bir de insanların hoyratlığına.
dedi… ama, o gün
bana fısıldadıklarına anlam veremedim Oysa şimdi anlıyorum yaşadıklarımı
anımsayınca, bir de bu tasvirlere bakınca, bana ne demek istediğini…
Evet… Adada, diller
dinlere, dinler dillere hâlâ karışıyor…
tasa ve sevinç, hâlâ komşu komşuya omuzlanıyor… sokak, sokağı hâlâ
kolluyor… Eylül ayları, hâlâ aşkını yeni kaybetmiş genç kız hüzün ve
duruluğunda geçiyor… Eylül ayının, adını bile anmak istemediğim, o en kara iki
gününde bile dostlarını yalnızlığın, yabancılığına terk etmeyen, vandalların
toprağına ayak basmasına bile izin vermeyen adanın, ucundaki Vartanos Feneri
hâlâ dokuz kısa bir uzun çakıyor… dalgalar, hâlâ aynı kıyıları kâh öpüyor, kâh
dövüyor ama dibinde el ele tutuşan âşıkların, dokuz kısa bir uzun denemeden
sonra, nasıl öpüşebildiklerini anılarında keyifle anlatan eski fener, artık yok… yenisinin ise hikâyesi
yok… yenisi, kuş kafesinin delisi, fener demeye bin şahit biçimde, bir prizma
çatının üstünde, hızla geçip giden, kimliksiz ve kişiliksiz motor botlara
yardakçılık yapıyor.
Marianna’nın dediği
gibi; ada bir tek sessizliğine çare bulamadı, bir de insanların hoyratlığına…
bir de tüm değerlerini erozyona uğratan kurnazlık ve hırslara…
Onun için, Eftelia’nın ardına bakmadan
gittiği o kırmızı tuğlalı ev ayakta olsa ne olur olmasa ne olur?... Yenisinin
girişi, ekseninin sağında ve kitleden öne çıkmış bir cepheye alınsa ne olur,
alınmasa ne olur?… “Budur işte Hıdıroğlu evinin,
adı bile kalmamış, Gezinti Caddesi No.3-2 olarak, aynama yansımış hali …”
deyip, ilk defa sözü bana vermeden bitirdi, yaşlı, bilge, kızgın ve hiddetli
deniz minaresi…
-----------------------------------
29 Eylül 2012,
Burgazada
Gelen Mesajlar
Sevgili
Altın Biraderim,
Öyle görülüyor ki bu işin sonu- kaçınılmaz
bir biçimde – senin bir Burgazada kitabı yazmanla sonuçlanacaktır. Benim o
kısacık zaman diliminde anlar/anlamaz çektiğim fotoğraflara bunları yazan
Burgazlı Altın Kardeşim kendisinin bilerek ve de tanıyarak seçtiği Burgazada
kişi ve objelerine neler yazar, hayal dahi edemiyorum.
Bu yazılacak hikâyelerin tamamı senin
hafızanın bir köşesinde; sadece bir püf demenle üzerinden tarihin tozları
kalkacak ve bizlere ve daha bir çoklarına senden bir armağan olarak ulaşacak. Haydi,
Ustam. Sadık okurun
Tuğrul
Ünsal 05.10.2012
Sevgili
Tuğrul,
Senin ve diğer kardeşlerimin verdiği
destekle “hamdolsun” bugünlere geldik. Geldik de bu yazmak işi, vallahi de
billahi de pek senin dediğin gibi püf demekle olmuyor… Emre
Hocamızın sopası üzerimizdeyken, yanlış bir şey yazmamak, konuyu kaçırmamak,
ana fikirden uzaklaşmamak, kurguda hata yapmamak için bir satırı düzenlemek
bile saatler sürebiliyor. Onun için sabırlı ol hele… Her şey kısmetle… Selam ve
sevgiyle,
Mehmet Altın 05.10.2012
Sevgili Altın Biraderim,
Bilirsin, “sabırla koruk helva olur” denmiştir. Bende o
sabır var. Yeter ki sen yazmaya devam et. Bu tasvirler, kapaklı-mapaklı, ciltli-miltli,
fotoğraflı-illüstrasyonlu, ithaflı-numaralı kitaplar olarak önümüze gelene,
raflarımıza dizilene dek PC ekranlarından, gözlerimiz kan çanağına dönene dek okumaya
varım( z ). Sevgi ile kal.Sadık okurun.
Tuğrul
Ünsal 05.10.2012
-0-
Yok mudur musahhihin taifesinden
tanıdığınız herhangi bir kişi ki tashih mevzuunda size vekâlet eylesin Mehmet
Efendi Hocam? Selamederim.
Mesut
Taşkın 06.10.2012
deyip...
musahhih tarifesinden bize de bir pay çıkar mı diye dua etmektesiniz ama
kulunuz, hem de Babıali'de Ceride-i Dünya'da bir elinde kalem, sopası dilinde
bir servis şefinin hocalığında musahhih çıraklığı yapmıştır ki "selamım
üzerinde olsun bizim sınıftan" İlyas kardeşimiz ( sahi nerededir kendisi )
şahittir. Onun için hocam size bu kapıdan ekmek çıkmaz, zaten benim kazandığım
da Fatih'e verdiğim sus payına ancak yetiyor " kimse duymasın, laf
aramızda " Nokta.
Mehmet Altın 06.10.2012
Usta! Bana güvenme bu hususta, tek şahit
seni kurtarmaz, birini daha bul ister çırak ister usta! Selam ederim.
Mesut
Taşkın 06.10.2012
Mirim, Mehmet 1’im,
Fatih’e neden sus payı veriyormuşsun? Fatih’in
tek istediği sınıf arkadaşlığını ( ki buna şüphesiz ki 1.dönem de dâhildir)
yasamak ve önümüzdeki yıllarda bunun daha da tadına varmaktır. Kırgınlığa sebep
olacağı kesin olan siyasi, dini ve etnik tartışmalara girmemektir aslolan!
Seviyorum hepinizi.
-0-
Fatih
Uslaş 06.10.2012
Sevgili
Kardeşim Fatih,
Emelim seni üzmek değil, şaka yapmaktı… Kal
tasasız, sağlıkla, eşine de selamla…
Mehmet Altın 06.10.2012
-0-
Fatih
hocam, bu çocukların önünden azıcık koşuvereceksin ki dökülsün mazideki
cevherinden üç beş pare ortaya. Ceride-i Dünya’da biri daha vardı yanlış
anımsamıyorsam çırak taifesinden, bilmem aynı bilmem ayrı zamanda. Boş ver
gerisini, atış yerini buldu mu bulmadı mı sen ona bak. Fırtına obüsü (40 Km ) gibi bizde menzil
hesabı olmaz, hedefe sallarız eldeki malzemeyi. Tam isabet kaldırırsa kafayı,
değilse kurtarır belki paçayı.
Mesut
Taşkın 06.10.2012
-0-
Sevgili Mehmet,
Tuğrul’un her iki e-mailinde yazdıklarına katılıyorum.
Unutma, ben de senin sadik okurlarından biriyim ve inan senden gelen
hikâyeleri/anlatımları/kitap tanıtımlarını dört gözle bekliyorum. Ufuk ve seni
hasretle kucaklıyorum.
Tülin
Çağlar Koray 06.10.2012
Sevgili
Tülin,
Bizim buraların dayısı, Kaşık Adasının yan
basar pavuryası, Hortum Süleyman gibi kasılarak okudum, güzel e-postanı… Merak
etme, sizler bıkana, ben de yorulana kadar devam edecek yeşil gözlü, dede,
istiridyenin yazıları…
Mehmet Altın 06.10.2012
-0-
Neymiş o midye istiridye ve bilumum deniz
mahsulâtı. Şeytana uydurtma adamı hocam, sağım solum sobe, dört yanım meyhane
benim.Çoluk çocuk, torun topalak sahipleri huuuuu !!!! Üçer beşer çocuk
yapmasında değil, onlara isim bulmasında asıl iş. Ahali kendini garantiye alsın, isim
listesine deniz börülcesini bile yazsın.
Mesut
Taşkın 08.10.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder