Burgaz’da Donmuş Kareler II.
“ aynama yansıyan
anılarla, imgeler “
Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL
Tasvir-i Martı
Martı Osman’ın
Tuğrul’un vizöründen yansımış hali ile
Nilüfer kardeşimin vizöründen aynama yansımış hâli…
“Bizim adaya
gelişimiz binlerce yıl önce ise onların, yani martıların, yedi sülalemin
düşmanı, bu obez yaratıkların adaya gelişi bizlerden biraz sonra, sizlerden ise
çok öncedir… [Alfred Hitchkok’un Kuşlar’ı] palavra, bunlar, düşmanlarını
gördüklerinde kostaklanır, geniş kanatlarını açıp, hangi makamdan bilmem, bet
sesleriyle yaygara koparsalar da eli belinde koca karılar misali, daha öteye
gitmezler, gidemezler… buna karşılık, hanelerimize tecavüz bunlardadır, çocuk
istiridye, mini midye, narin deniz yıldızı kaçırma bunlardadır… velhasıl bana
sorarsan, kavmimize düşmanlık dışında, doğadaki işlevleri nedir, neye yarar, bu mendebur yaratıkların bilmem, bilemem?...”
deyip, kendi umumi
manzarasından martılarla ilgili görüşünü aktaran, kadim dostum, yaşlı ve bilge deniz
minaresi, noktayı koyup…
“de bakalım, sen ne
düşünürsün bu atıl yaratıklar hakkında…” diye sordu ve sözü bana, yeşil gözlü istiridyeye
verdi.
Ben de kendisine, Datçalı Can, şairin “..martılar ki sokak
çocuklarıdır denizin.. “
diye başlayıp, “ ve çöpçüleridir adanın / haklısın / hiç utanmazlar da mezarına bile sıçarlar adamın..” dizelerini şairin hoşgörüsüne sığınarak, kendi
çapımda ekleyip, martıları, balkonumun demirlerine dizdiğim ekmeklerle
beslediğimi, onlarla ara sıra konuştuğumu,
hatta biriyle arkadaş olduğumu bilmeyen, kadim dostumun, gönlünü aldım…
Gönlünü aldım almasına da dedikodu misali anlattıklarını,
onun gibi bilge bir deniz minaresine de yakıştıramadım. Ama martıların, adaya
ilk düştüğüm günden beri, yumurtlama ve yavruları koruma kollama dönemi, mayıs
haziran aylarında, gün boyu süren, o sürecin dışında da sabahın köründe
çıkardıkları “ga ga gak, gu gu guk… gak, gak,
guuuuk, v.b.g “ seslerle, beni de deli
ettiklerini, iki tane yastığı başıma sardırdıkları, yani yaygaracılıkları
konusunda, deniz minaresinin söylediklerine hak verdiğimi, bu arada “ laf aramızda… “ size söylemeliyim.
İşte bir yandan martılar üzerine bu tek taraflı
yorumlarlarımı(zı) sürdürür, bir yandan da
endamları ile uçuşları, insanı seyir esriği eden, /
saray muhafızları misali, / ufka kilitli, gururlu duruşları ve bakışları ile mavi kanlı, / bize yakın ama
uzak bu hayvanların, sahip oldukları dil ve lehçelerinin fonetik çirkinliği
neden, nereden?...
gelir diye kendime sorarken, dayanamadım ve
bir gün kendisini üzmeyecek bir şekilde arkadaş olduğum, martıya sordum…
Ey, adını
bağışladığım,
onurlu duruşunda mahzun bakışlı
arkadaşım,
eğer varsa yaratan
nereden ve neden?…
sana yapılan ve sana
yakıştırılan
sesinde taşıdığın bu
zulüm,
anlatabilir misin
bana,
dost, düşman bilsin
bu dünyada?...dedim
o da dedi
nasıl anlatmam,
bu dünyada,
bunu
bugüne kadar bir tek
sen sordun,
neden ve nasıl
olduğunu
bizi bile
kendimizden bezdiren…
diyerek ve derdini paylaşmanın
mutluluğunda sevinerek, anlatmaya başladı…
Nuh Tufanı öncesinde
bizim de yadırganmayan bir sesimiz
adalar ile ana kara
arasında posta taşıma görevimiz vardı.
Ne zaman ki Nuh bizi
çağırdı,
ve
görevlerimiz arasına
gemi yapım
araçlarının getir, götür işlerini karıştırdığı yetmezmiş gibi
bir de
sağa gidin gelin,
sola gidin gelin,
tufanı kollayın,
gelip gelmediğini haber verin,
üreyin,
kutuplara gidin,
orada yaşayan her türün birer çiftine haber verin buraya gelsin,
görevlerini de kattığı gün
dünyamız,
Nuh Tufanından önce karardı…
Onu getir, bunu
götür,
Sağı, solu, ufku
kolla, Tufanı gözle
o sırada üre,
derken…
bir yandan üremenin
şehveti
bir yandan yorgunluk
kutuplara gitmeyi
unuttuk…
ve Tufan geldiğinde
biz, martılar,
geminin dışında,
diğerleri içinde,
tıngır, mıngır
değil,
tangur, tungur
sallanırken
Nuh’un çıkıp da
geminin
penceresinden
“Sesiniz
kısıla, kavminiz boş kala!...”
diye bağırmasıyla …
suyla hem hal olmuştur
kutuplardaki hayvanlar,
bizim de böyle çıkar sesimiz
orada burada gezeriz..
deyip, devam etti…
“İşte, bu silleyi
yediğimizden beri bulunduğumuz her yerle bütünleşir, fazla uzaklaşmaz, oraların
süsü, simgesi, kokusu olur, hiç değilse bir işe yaradığımızı sandığımız, züğürt
tesellisi buluruz. Bakma bizim bugünkü serkeşliğimize, vapur peşlerinde, insan
elinde, çöplüklerde, gece ile gündüzü karıştırıp AVM ışıklarında düştüğümüz
zelilliğe… ne yaparsın, ekmek kavgası işte… Halbuki dozunu
gittikçe arttıran şiddetin, iğrenç yobazlığın arkasında gizli para hırsının,
toplu isterinin gaddar ve hain yüzü İstanbul’a hâkim olmadan önce, Kumkapı’da avladığımızı, Kumkapı akşamında paylaşır, Beykoz’da sabah
kahvaltısını balıkçı barınağında yapar, Moda Plajında denize girip gece Adada,
Haliç’te avladığımız torikten lakerdayı meze yapar, sonra da Burgazın
Yassıada'ya bakan yöresi, Leandros’ta sevgilimizle aşka gelirdik. O zamanlar
İstanbul, efendi, biz de İstanbul’un efendisiydik… diyen,
Burgazlı kardeşim
Nilüfer’in vizöründen, kulüp tesislerinde yarenlik ettiğim, adını bağışladığım,
arkadaşım Osman’ın, aynama yansımış
hali…
-----------------------------------
07 Ağustos 2012,
Burgazada
GELEN
MESAJLAR
Mehmet, sağ olasın, ellerine sağlık. Öyle
güzel yazmışsın ki, martıları zaten severdim, simdi daha da bir güzel
göründüler gözüme (sesleri ise beni hep güldürür). Ufuk ve sana selam ve
sevgilerimi ilettim.
Tülin Çağlar Koray 07.08.2012
Martı
Osman'dan bin şükran, Ufuk ile benden bin selam...
Mehmet Altın 07.08.2012
-0-
Midye, istiridye, deniz minaresi derken,
şimdi de Martı Osman çıktı meydane, maşallah hepsi birbirinden merdane! Senin
hiç normal arkadaşın yok mudur bre Mehmet Enver Hocam! Resimdekini Burgaz’lı
Osman’a benzettim de bir habercik verivereyim dediydim de… Selam ederim.
Mesut Taşkın 18.08.2012
Benim arkadaşlarım olmasaydı midye, istiridye, martı,
karga, tırtıl, pervane ve her dinden, her dilden bir avuç adem, yazılır mıydı
bu candan gelen hikayeler? Selam ederim.
Mehmet Altın 18.08.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder