29 Aralık 2012 Cumartesi


Burgaz’da Donmuş Kareler II.

“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Martı


Martı Osman’ın  Tuğrul’un vizöründen yansımış hali ile 


Nilüfer kardeşimin vizöründen aynama yansımış hâli…

“Bizim adaya gelişimiz binlerce yıl önce ise onların, yani martıların, yedi sülalemin düşmanı, bu obez yaratıkların adaya gelişi bizlerden biraz sonra, sizlerden ise çok öncedir… [Alfred Hitchkok’un Kuşlar’ı] palavra, bunlar, düşmanlarını gördüklerinde kostaklanır, geniş kanatlarını açıp, hangi makamdan bilmem, bet sesleriyle yaygara koparsalar da eli belinde koca karılar misali, daha öteye gitmezler, gidemezler… buna karşılık, hanelerimize tecavüz bunlardadır, çocuk istiridye, mini midye, narin deniz yıldızı kaçırma bunlardadır… velhasıl bana sorarsan, kavmimize düşmanlık dışında, doğadaki işlevleri nedir, neye yarar, bu mendebur yaratıkların bilmem, bilemem?...”

deyip, kendi umumi manzarasından martılarla ilgili görüşünü aktaran, kadim dostum, yaşlı ve bilge deniz minaresi, noktayı koyup…

“de bakalım, sen ne düşünürsün bu atıl yaratıklar hakkında…” diye sordu ve sözü bana, yeşil gözlü istiridyeye verdi.

Ben de kendisine, Datçalı Can, şairin “..martılar ki sokak çocuklarıdır denizin.. “ diye başlayıp, “   ve çöpçüleridir adanın / haklısın / hiç  utanmazlar da mezarına bile sıçarlar adamın..dizelerini şairin hoşgörüsüne sığınarak, kendi çapımda ekleyip, martıları, balkonumun demirlerine dizdiğim ekmeklerle beslediğimi, onlarla ara sıra konuştuğumu,  hatta biriyle arkadaş olduğumu bilmeyen, kadim dostumun, gönlünü aldım…
  
Gönlünü aldım almasına da dedikodu misali anlattıklarını, onun gibi bilge bir deniz minaresine de yakıştıramadım. Ama martıların, adaya ilk düştüğüm günden beri, yumurtlama ve yavruları koruma kollama dönemi, mayıs haziran aylarında, gün boyu süren, o sürecin dışında da sabahın köründe çıkardıkları “ga ga gak, gu gu guk… gak, gak, guuuuk, v.b.g seslerle, beni de deli ettiklerini, iki tane yastığı başıma sardırdıkları, yani yaygaracılıkları konusunda, deniz minaresinin söylediklerine hak verdiğimi, bu arada “ laf aramızda… “  size söylemeliyim.

İşte bir yandan martılar üzerine bu tek taraflı yorumlarlarımı(zı) sürdürür, bir yandan da  endamları ile uçuşları, insanı seyir esriği eden, / saray muhafızları misali, / ufka kilitli, gururlu duruşları ve  bakışları ile mavi kanlı, / bize yakın ama uzak bu hayvanların, sahip oldukları dil ve lehçelerinin fonetik çirkinliği neden, nereden?... gelir diye kendime sorarken, dayanamadım ve bir gün kendisini üzmeyecek bir şekilde arkadaş olduğum, martıya sordum…  

Ey, adını bağışladığım,
 onurlu duruşunda mahzun bakışlı arkadaşım, 
eğer varsa yaratan
nereden ve neden?…
sana yapılan ve sana yakıştırılan
sesinde taşıdığın bu zulüm,
anlatabilir misin bana,
dost, düşman bilsin bu dünyada?...dedim

o da dedi
nasıl anlatmam,
bu dünyada,
bunu
bugüne kadar bir tek sen sordun,
neden ve nasıl olduğunu
bizi bile kendimizden bezdiren…

diyerek ve derdini paylaşmanın mutluluğunda sevinerek, anlatmaya başladı…

Nuh Tufanı öncesinde bizim de yadırganmayan bir sesimiz
adalar ile ana kara arasında posta taşıma görevimiz vardı.

Ne zaman ki Nuh bizi çağırdı,
ve
görevlerimiz arasına
gemi yapım araçlarının getir, götür işlerini karıştırdığı yetmezmiş gibi
bir de
sağa gidin gelin, sola gidin gelin,
tufanı kollayın, gelip gelmediğini haber verin,
üreyin,
kutuplara gidin, orada yaşayan her türün birer çiftine haber verin buraya gelsin,
 görevlerini de kattığı gün
dünyamız,
 Nuh Tufanından önce karardı…

Onu getir, bunu götür,
Sağı, solu, ufku kolla, Tufanı gözle
o sırada üre,

derken… 

bir yandan üremenin şehveti
bir yandan yorgunluk
kutuplara gitmeyi unuttuk…

ve Tufan geldiğinde
biz, martılar,
geminin dışında,
diğerleri içinde,
tıngır, mıngır değil,
tangur, tungur sallanırken

Nuh’un çıkıp da
geminin penceresinden

“Sesiniz kısıla, kavminiz boş kala!...”

diye bağırmasıyla …

suyla hem hal olmuştur kutuplardaki hayvanlar,
bizim de böyle çıkar sesimiz
orada burada gezeriz..


deyip, devam etti…

“İşte, bu silleyi yediğimizden beri bulunduğumuz her yerle bütünleşir, fazla uzaklaşmaz, oraların süsü, simgesi, kokusu olur, hiç değilse bir işe yaradığımızı sandığımız, züğürt tesellisi buluruz. Bakma bizim bugünkü serkeşliğimize, vapur peşlerinde, insan elinde, çöplüklerde, gece ile gündüzü karıştırıp AVM ışıklarında düştüğümüz zelilliğe… ne yaparsın, ekmek kavgası işte…  Halbuki dozunu gittikçe arttıran şiddetin, iğrenç yobazlığın arkasında gizli para hırsının, toplu isterinin gaddar ve hain yüzü İstanbul’a hâkim olmadan önce, Kumkapı’da avladığımızı, Kumkapı akşamında paylaşır, Beykoz’da sabah kahvaltısını balıkçı barınağında yapar, Moda Plajında denize girip gece Adada, Haliç’te avladığımız torikten lakerdayı meze yapar, sonra da Burgazın Yassıada'ya bakan yöresi, Leandros’ta sevgilimizle aşka gelirdik. O zamanlar İstanbul, efendi, biz de İstanbul’un efendisiydik… diyen,

Burgazlı kardeşim Nilüfer’in vizöründen, kulüp tesislerinde yarenlik ettiğim, adını bağışladığım, arkadaşım Osman’ın,  aynama yansımış hali… 
-----------------------------------
07 Ağustos 2012, Burgazada

GELEN MESAJLAR

Mehmet, sağ olasın, ellerine sağlık. Öyle güzel yazmışsın ki, martıları zaten severdim, simdi daha da bir güzel göründüler gözüme (sesleri ise beni hep güldürür). Ufuk ve sana selam ve sevgilerimi ilettim.

Tülin Çağlar Koray 07.08.2012

Martı Osman'dan bin şükran, Ufuk ile benden bin selam...

Mehmet Altın 07.08.2012
-0-
Midye, istiridye, deniz minaresi derken, şimdi de Martı Osman çıktı meydane, maşallah hepsi birbirinden merdane! Senin hiç normal arkadaşın yok mudur bre Mehmet Enver Hocam! Resimdekini Burgaz’lı Osman’a benzettim de bir habercik verivereyim dediydim de… Selam ederim.

Mesut Taşkın 18.08.2012

Benim arkadaşlarım olmasaydı midye, istiridye, martı, karga, tırtıl, pervane ve her dinden, her dilden bir avuç adem, yazılır mıydı bu candan gelen hikayeler? Selam ederim.

Mehmet Altın 18.08.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder