Mehmet Altın
SAMATYA’NIN
SOKACIKLARINDA
“ İstiridyenin 13 günü ”
Anlatı
SAMATYA’NIN
SOKACIKLARINDA
“ İstiridyenin 13 gününde insanlar
”
“Sirkeci – Halkalı elektrikli
şümendüferi Samatya’dan geçerken bir düş gördüm trenin denize bakan penceresinden…”
Düşümde, evimin güneye bakan
balkonunda, ekim ayının yazdan kalma günlerine şaşkın birer dizi çiçeğiyle, iki
yana gerinip de günaydın diyen begonvilimi sularken, izleyen haftanın iki
bayram hediyesi uzun tatilinin, bana adada sunacağı, deniz, rakı, balık,
kutsalına dalmışken, gelen bir telefonla sarsıldım.
Evine gittiğimizde, kapı ile televizyon arasında
üçgende, televizyonun sol tarafında yerde yatıyor, oğlum, oğlu ve gelininden
olma üç çift endişeli göz, “eyvah, aklımıza gelmesin derken, başımıza
geldi…” sessizliğinin sesinde, odada hüzünle
dolanıyordu.
Düşmüş, kafasını televizyonun bulunduğu konsola
vurmuş, zor da olsa telefona uzanıp yardım isteyebilmişti. Hemen çıktım. Kuzenimin
çalıştığı yakındaki, kırık, çıkık kemik tamircisi bir hastaneden temin ettiğim, ambulans denmesini hiç sevmiyorum… cankurtaran ile gelip, kendisini sorunsuzca tasarımına
ve görevlilerin kullanım ustalığına hayranlığımın eşliğinde sedyeye aldık,
hastaneye gittik.
Hastane tanıdık bir yer ama darbe, kırık, çıkık
üstüne doktoralı, usta tamircinin, gece yarısından sonra gelen vakanın
sıkıntısından mı, yoksa genel tavrından mı, ince ve uzun boyuna giydiği mavi
giysisine uyumlu, mavi gözleri oldukça donuktu.
İlk tepkisi, -“…hasta
çok yaşlı ve dediğinize göre kafasını da vurmuş, yeri burası değil, nöroşirurji…” dedi.
“ O da ne? Bu adam yabancı dilde küfredip,
sorumluluktan kaçıp bizi başından atmaya mı çalışıyor? diyen içimdeki sese, “yok o Latince kelimenin Türkçesi beyin
cerrahisi, bilmese de her er ve hatun kişi Latince söylediğini tercüme
ettiğimizde, demek istiyor ki;
-“…
ortopedi ve travmatolojiden önce nöroşirurjiye gitmelisiniz…”
Bunu bir de halk diliyle söylediğimizde; düşmeden
dolayı, hastanın kemiklerinde olabilecek çatlak ve kırıkların saptanması ve
düzeltilmesinden önce beyninde bir hasar var mı, yok mu? Önce ona bakılmalı… ve
bu andan itibaren biz de doktorların dilinde konuşmaya, okumaya çalışılıp,
alışılmalıyız.
Neyse, biraz tehdit, biraz cebren ve hile ile, “ öncelikle bir kırık var mı, onu bilelim,
onun için önce bir kemik tasviri çekip bakalım,” mülahaza ve mütalaasında, çok şükür, doktor beyle anlaştık.
“İnşallah, kalça kırığı falan yoktur varsa
ameliyatı nasıl kaldırır? Nitekim aynı yaşta, adada komşum, toprağı ve ışığı
bol olsun Manno Ana, aynı dertle ameliyata girip, nasıl da kalmıştı masada…” Düşüncesinin tutsaklığında girilen iç görüntü odasından,
“ …kalça kırığı…” haberi ile birer, birer dağıldık ortalığa ve anında geçtik
hangi hastane daha iyi, nereye gideceğiz konumuna…
Her zaman gittiği, şimdi Pendik yöresine taşınmış ve
bize oldukça uzak, hastaneye mi gideceğiz? Yoksa, hem hastası, hem de artık teyze,
yeğen ilişkisine girdiği, üniversiteden II. Mehmet nam arkadaşımın göğüs
hastalıkları üstad-ı azamı profesör eşinin güvenli gözetiminde, onun da kardeşi Ortapedi ve Travmatoloji üstad-ı
azamı hocamızın ellerine mi teslim edeceğiz?...
durum muhakemesinden sonra, ikinci
seçeneği tercih edip, ben eve döndüm, listesi elime tutuşturulmuş, acil durum
çıkınını doldurmaya… cankurtaran da hareket etti Samatya’ya, Cerrahpaşa’nın
yoluna.
Bir ara sıçradım uykumda ama tekrar daldım rüyaya…
Elimde acil durum çıkını ile vardım hastanenin ACİL avlusuna… Ortasında 7/24 çalışan bir kantin, şimal-i
şarkında bir acil durum odası, cenub-i garbında başka bir acil odası durum bulunan
avlunun, vardım cenub-i garbında olanına…
Odada bir yanda hastalar, diğer yanda, 7/48 çalışan
internler, “yanlış
yazmadım bunların hepsini rüyamda gördüm ve öğrendim…” yani sözlüğe göre stajını yapan stajyer tıp
öğrencileri, hadi diyelim çıraklar, birbirlerine çare aramak için münazara
yapmakta…
Hastalar, ellerini dizlerine vurup, vah bu
yavrucukların haline bakın, kalemlerinde yetki yok, önlüklerinde sorumluluk
çok… bunlar ne yapar ne eder de bize çare umar, ne yer ne içerler de bize
ayakta sağlam bakar… derken,
Çıraklar, Allahım bir durun! …zincirleme reaksiyona
ve sinir krizine girmiş yakınlarınıza hâkim olun, budur hastalığınızın öncelikli
çaresi sonra gelir ilaç tedavisi…” pozisyon belirlemişlerken, ben bakındım, bizden
kimseyi göremedim orada…
Telefon edip öğrendim ki, onlar da iç görüntü,
röntgen, almak için “Acil konumunda” varmışlar başka bir binaya, doğru gittim
oraya…
Binada, II. Harb-i Umumi karartma fonunda bir film mi
çekiliyordu? Yoksa bölümün adına uygun olsun gelenler de ortama uysun diye mi bina
karartılmıştı? Bu iki iç ses sorumun, yanıtını alamadım. Ben de o loş karanlıkta,
hastamızın iç görüntü odasından çıkmasını bekleyen eşim ve abisini, sıra bekleyen başka birilerinin arasında, el
yordamıyla aradım. Ama her ikisini de bulamadım. Bulamayınca tacizci damgası
yiyip, tacizden dayak yemekten korkarak, çare yok, her ikisini de bağırarak buldum.
Kelimeleri eğip, büküp, sözcükleri uzatıyorsun, sağı
solu fazla kurcalıyorsun, kendime yapma şunu diyorum, lakin etrafımdaki
nesneler rahat durmuyorlar ki, illa bir
maraza çıkarıp dikkat çekecekler… buyurun işte, iç görüntü odasından çıkan hastamızın
yanındaki, tasvir-i mütehassısta bir gariplik var. Gecenin gerginlik, yorgunluk ve telaşında tam
ayırdına varamadım, nedir acaba? Neyse,
ne, biz bakalım işimize… diyerek hastamız
iç tasvirle beraber tekrar ACİL’e götürmek için hastanenin, iç çevrimdeki
cankurtaranına ulaşma, plan ve projelerini geliştirme çalışmalarına başlarken, ertesi
gün, hayırlara vesile bir nedenle, esas görevinin, bölümün kıdemli has odabaşısı
olduğunu öğrendiğim, çakma tasvir-i mütehassıs, pardon has odabaşı, pardon
tasvir-i mütehassıs da başka bir hastayla beraber, gündüz beyaz, gece siyah
yüzüyle, girdi karanlık iç görüntü odasına…
Bu arada, biz de, bir elimiz maşalı, bir elimiz
paralı, “ivedi cankurtaran
gerekli…” konuşmalarından sonra gelen cankurtaranla
vardık cenub-i garpta bulunan acil odasına ve girdik zincirleme reaksiyon ve
sinir krizi sırasına…
Odada biri masada kayıt tutar, sırada kıpırdayanı
gözleri ile azarlar hatun bir kişi ile biri uzun boylu, yapılı, iyi niyetli, diğeri kara yağız esmer, belli ki doğulu ve yardıma kurulu iki er kişi, üç stajyer çırak, dizildiler
safa… ben, eşim, abisi ki, o da hukukta
ulema ve üstad-ı hoca, bizler de geçtik karşı safa, hastamıza öncelikle bir oda
ve yatak bulmak, sonra da çare aramak
için herkes çıkardı kartvizitlerini, serdi ortaya…
Biliyorum şimdi hemen diyeceksiniz; “- nerede,
ne oldu yukarıdaki paragrafların birinde anılan Cerrahpaşa’daki ulema?... e insaf, onların
henüz bir şeyden haberi yok ki, gece saat neredeyse iki… onlar da nihayetinde
bir insan, bu saatte ararsan, anlamaz
belki de der “-kimsin sen be adam?... yine de biz, elimizdeki bu iki jokeri masaya sürüp, resti
çekince, rölans dedi karşı saftan ikisi, biri de pas deyip oyundan çekildi. Sabaha
kadar süren rölansla da hastamız, kriz sırasındaki hastalara kıyasla, uygun bir
yerde misafir edildi… sabah gelen telefonla, kumarhanenin, pardon ulemanın,
masaya bizzat el koymasıyla da parti bize geçti…
Sayın okurlar, bunların hepsinde hakikat payı varsa
da birazı şaka, azıcık da abartma… Mesela, daha kartlar masaya sürülmeden önce
bile, alınması gerekli test sonuçları için, hastamız, Kars doğumlu hemşerisi olduğu
için neredeyse bir hizmetli gibi laboratuarlara koşturan, kadroya giremediği
için ekmeğini Cerrahpaşa dışındaki sağlık kurumlarında 7/72 çalışıp çıkaran o
kara yağız Kafkasyalı stajyerin hakkını yemeyeyim… yine o uzun boylu, iyi
niyetli, ne yapsın elinden bu kadar gelir, bununla yetinir stajyeri de iyilikle
hatırlamadan edemeyeceğim…
Neyse biz, yine konumuza dönelim… Ulemanın, ancak
viziteye gelince verebileceği karar gereği, sabaha kadar kaldık acilin cenub-i
garp yakasında, ben de kaldım orada… kâh uyukladım, kâh uyudum sabaha kadar…
Sabaha kadar, burnu dönmüş, gözü akmış, kulağı kesik,
kalbi delik, ayağı takılıp her nasılsa kocasının yumruğuna çarpmış… yaya
geçidinde yer şeritlerini sayarken oyalanmış ve arabaları kızdırıp, çarpılmış…
bıçağı yanlışa, yanlış çekip bıçaklanmış… oradan, buradan, iki kişinin
arasından, elini sofraya uzatıp, haram yiyip gırtlağına kaçmış… 140 net, 2½ ayakkabı tabanı, eder toplam 142½
brüt boyuyla, meyhanede sağa sola sarkıp, parçası 2½ santimden, dörder parça, 14 tabak, cem-i
cümlesi 56 dilim meze olmuş… “bir ben var bende, seninle…” sevdasına, yüz
göremeyince, “ben de yaşayamam sensiz, kendimle…” deyip ölmeye yatmış… kumara jeton yutmuş…
gazozun leblebisi boğazına, buzu bağırsaklarına kaçmış… yaralılar, hastalar,
hastalıklı hastalar, hasta yakınları, hasta yandaşları, hasta dalkavukları,
hastanın kuyrukları, yorgun doktorlar, ona buna soru soranlar, sağa sola cevap
yetiştirip koşuşturan hemşireler, doktor görünümlü hasta bakıcılar, güvenilmez,
höt deyince susan, miyav deyince azan, kısaca ayarı bozuk güvenlikçiler, bu
insanların her biri sırayla geçerken teker teker önümden, kartonu 50 kuruşa çay
ile fiyat tabelasındaki kaydı kaşarlı, kaşarı biyopsi ile bulunur, yani, ekmek
arası ekmekli, tanesi 1,-TL’den sandviçleri, mideye indirdim çaresizce… Sabaha
kadar uzanan bu süreçte, ne yazık ki, eğlenceye hasret, hiç doktor döven
olmadı, bu otantik gösteriden mahrum kalmak beni üzdüyse de ne yapalım deyip, sineye
çektim sessizce…
Şimdi sabah ve senaryoda iki adet telaş var… I.Telaş;
Acil’den kurtulup, tek kişilik bulduysan öpüp yan cebine koy, bir odaya çıkmak…
II. Telaş; günleri basmadan bayram tatili, en geç arife günü, olabilirse
gerçekleştirmek operasyon ümidini… yoksa herkes giderse, birer, ikişer
hastaneden, İstanbul il hudutları dışında asude mekanlara kaçıp, geçirmek için
uzun tatilini, nerede bulacağız tamircinin iyisini? Tam dokuz gün beklemeliyiz
hepsini ki, bunun alternatif maliyetleri olduğunu hocalarımız bize üniversite
sıralarında öğretmedi mi?
Ayağımı denizliğine uzatıp, uyuklarken düş
gördüğüm pencere önünden, burnunu lodosa
vermiş iki kilometre/tul ara ile Samatya üzerinden sırayla inerken tayyareler,
beynimin kıvrımlarında tilkiler, düşümde bu düşüncelerle dolanırken benimle
beraber, ayaklarım düştü önüme, geçtim düşümde başka bir dilime…
Meğer korktuğumuz olmamış ki, bayram öncesi
ameliyathane önündeyiz. Hastalar sırasıyla, anaları, babaları amcaları,
dayıları, teyzeleri, halaları, yeğenleri, sevgilileri, sevip yapıp
sevmeyenleri, eli hastanın yatağına deyince akrabası oldum zannedenleri, hepsi,
hep beraber operatörlerin çözüm ortağı gibi ameliyathane içeri hamle
ederlerken, kimi, kimsesi olmayan gariban bir iki hastanın da neredeyse
refakatçisi olarak kayda geçeceğiz bizler… Bu arada etrafımdaki hasta
yakınlarının gözlerinde bazen iyimser, bazen kötümser, bazen korku dolu
endişeli bekleyiş köşe bucak, dolaşıp mim koyarken bir oraya bir buraya,
kimilerinin gözleri ve elleri uzanmış
arş-ı âlâya, dudakları kıpır kıpır kıpırdamakta kendi dilinden, kendi dininden
duayla…
Bizler de bekliyoruz, “bu
yaşta bir hastanın kırık kalça kemiğinin nasıl onarılacağı, daha da önemlisi kalbi olduğu için ameliyatı kaldırabilecek mi
?” soruları mıh gibi kafamızda… pır, pır
eden yüreğimizin, telefon yorgunu kulaklarımızın, açıla, kapana hipnoza duran
gözlerimizin hepsinin menzili kilitli ameliyathane kapısına… akrep ile
yelkovanın iki kere buluşup da ameliyatın son derecede başarılı olarak
bitmesinden sonra, tövbe ettim hastane
ile ilgili tüm yakınmalarıma… bin şükran ve bin minnet, kapı girişinden
itibaren bütün görevli, hemşire ve doktorlara… şimdi, ben de şimdi gidip duamı edeyim, deniz, rakı, balık, kendi
kutsalımda…
“Düşümden, Mehmet kalk artık, açık pencerenin
önünde üşüyeceksin… diyen eşimin başımı okşayan eliyle uyandım.”
-0-
“Sirkeci
– Halkalı elektrikli şümendüferi Samatya’dan geçerken bir düş gördüm trenin
karaya bakan penceresinden…”
Düşümde
bir hastanenin penceresinde, ekim
ayının yazdan kalma günlerine şaşkın, iki yana gerinip de denizin Hristos’tan,
adanın ve adaların üstünden gelen iyot kokulu günaydın sesini doldururken
çaydanlığa, ben, beni Samatya İstasyonunda buldum.
Trenden
indiğimde, düşümdeki iyot kokusu genzimde, baktım çevreme, İstanbul’u gördüm
İstanbul’dan içeri, aynama yansıyan pencereden elli, altmış yıl
öteden, …
İstasyonun
yıllardan beri üstünde tepinen ayak darbelerine zorlukla direnen, kenarları
kaygan merdivenlerinden inerken, günün söylem ve eylemlerine uygun, insanı
hoplatıp, zıplatmaktan, keyif alıp da bir daha, bir daha okutmaktan uzak, basit
hatta çoğu zeka kıtlığı, belden aşağı duvar yazılarına şöyle bir baktım. Aşağıya
indim. Sağa saptığımda, bir
yandan, meydanın dünden ve geceden kalan kirini, üzüntüsünü ve kederini, bir
dizi mazgala akıtarak arındıran suları, bir
yandan da “kumlu = psamatyon “ dan adını aldığı toprağı, kumlu mu değil mi diye gözetip,
kendimi Samatya Meydanı’nın ortasına attım.
Sağ yanım çekiştirdi beni minik çocukluğumun anı
köşelerine... sol yanım dedi dur
hele... gel bir bakalım gençliğinde gezdiğin yerlere… bunun üzerine, ben de her
şeyi en doğru o görür diye, her zamanki gibi sol yanıma uydum…
meydanda günün siftah ve bereketine hazırlık yapan sağdaki ve soldaki balık,
tava, ızgara satıcılarının umursamaz ve yorgun bakışları altında, sola Akıncı Sokağa doğru savruldum.
Sokakta, arkasını, meydandaki dükkânlara dayamış, açık bir kapı bulurum
umuduyla etrafını dolandığım, denizcilerin azizi, denizle çevrili İstanbul’da,
Aya Nikola Kiliselerinin onlarcasından biri, Samatya’daki Aya Nikola Kilisesi,
hayatını denizlerde kaybetmişlerin, yakınlarının anılarını, acılarını ve
hüzünlerini sanki sessiz bir ağıda dökmüş, başını örtmüş, kapılarını ve kendini
sımsıkı kapatmıştı. Ben de demirden ayaklarla yapılmış kubbeli çan kulesinden
yayılan sessiz ağıda, sessiz bir saygıyla selam verip, soldaki ilk sokağa saptım.
Sahil
yolu boyu tren hattına koşut, bahçeleri basmış binbir nar tanesinin menevişli
gölgelerinde, çayır, çimen, ebegümeci, kuzukulağı arayanların meraklı
gözlerinde, biri diğerine yan vermiş ahşap evlerin pencerelerinden sarkmış,
dedikoducu koca karıların mahalle baskısı ve bakışları altında, beni, evlerinin adeta yatak
odalarından geçen hattın öbür yanına ulaştıracak bir geçide ulaştım.
Geçitten
geçip, çıktığım Arap Kuyusu Sokağı boyunca, kuyuya düşmeden dikkatlice on,
onbeş adım kuzeye yürüdüm. Sokağın sol köşe başında taş duvarlı ve ahşap
çatılı gövdesine uyumlu minaresi ve giriş kapısının karşısındaki çeşmesi
ile 1603 yılından beri, yöre insanının maddi ve manevi susuzluğuna
çare olan, Hacı Hüseyin Ağa Camii’nin karşısındaki kahvenin, buyurun
bir çay içelim sohbetinde,
zamanında, hala kuyumuzu kazmaya devam eden Arab’ın birinin, cami avlusuna kuyu
kazmasından dolayı, yörede bu caminin Arap Kuyusu Camii diye de adlandırıldığını
öğrendim. Nerelisin? Nereden geldin? Kimlerdensin? Nereye gidersin? muhabbeti bitince, helalleşip el verip, el aldım, kahve
cemaatinden… ve…
ve
cami ile aynı adı taşıyan, tren hattına koşut sokağın yeniden elden geçen, kivi
kabuğu, beyaz turp, nar rengi, portakal rengi, çağla yeşili boyalı pencere
arkasındaki gözleri sokağa tutuklu cumbalı evlere, laf olmasın namahremine
diye, göz ucundan bakıp, elim, elim üstünde, ellerim göbeğimin üstünde, huşu
ile İmam Aşir Sokağa girmek için ayakkabılarımı çıkardım, aldım elime… girdim,
arkamda Hacı Hüseyin Ağa Camii, solumda İmrahor İlyas Bey Anıtı, sağımda yine
her tarafı sımsıkı kapalı, ana binanın sadeliğine karşılık, altında kiliseye
giriş kapısını da içeren baldakinli çan kulesi ile I.Konstantin tarafından yapılmış
Aya Konstantino Rum Ortodoks Kilisesi ile çevrili, ulvî
bir üçgene…
İmam
Aşir’den, şaplak yememek için izin isteyip tam çekecekken İlyas Bey Anıtının
tasvirlerinden birkaç kare, seslendi üniformalarının etekleri muhafazakâr çevre
boylu, üç tane kız talebe ile onların da arkasında ağzı muhafazakâr çevre boyu
küfürlerle dolu yeni bir yetme… Amca, bizi de çeksene! Olur ama bir
şartla… Nedir? Bana
şu duvarların ardında duran yapının ne olduğunu bir söyleyiverin, ben de sizin
tasvirinizi çekeyim, isterseniz e-posta adreslerinize de göndereyim. Baktılar yüzüme… İçlerinden geçti herhalde, deli mi ne? Yürüyüp gittiler gönüllerince…
Hâlbuki söyleyecekleri, “burası Doğu
Roma İmparatorluğu I. Leon zamanında yapılmış en eski yapı, adı Studios
Manastırı ve Vaftizci Yahya Kilisesi olup fetihten sonra camiye çevrilmiş,
II.Beyazıt zamanında İmrahor İlyas Bey tarafından vakfedilmiş İmrahor İlyas Bey
Anıtıdır…” ‘demekten ibaret
bir cümle… İlave olarak yapının ne içinde ne de dışında değil bir çalışma, bir
malzeme dahi göremediğim halde kapıdaki yazıya göre [
Restorasyon nedeniyle ziyarete kapalıdır. ] diyen başka bir ibretlik cümle de
gelmesin mi üstüme… ya sabır çekip, sokaktan çıktım, elime aldığım, ayakkabılarımı
giydim. Karşıya geçtim.
Bazılarınca
İmrahor Camii diye de bilinen 1300’lü yıllarda Uşşakî dergâhı olarak yapılanan
Uşşakî Camii’nin kitabesinin Ahmet Karahisari tarafından yazıldığı söylenen
çeşmesinden bir yudum su içtim.
Ermeni,
Katolik Kilisesi
|
Aynı
yoldan, adı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesinden uygun adım marş
Aksaray yönüne doğru yürürken inat bu ya, çaktırmadan geçtim topal ördek
yürüyüşüne ve durdum kapısının sağında gazete kâğıdı kaplanmış bir dükkân ile
solunda ufak bir nalbur bulunan, onun da kapıları, herhalde bir önceki papaya
yaptıklarının utancından kapalı Ermeni Katolik Kilisesinin önünde… bir tasvir
alıp, kapalı kiliseleri temsilen, onu da hüzünle koydum yazımın içine …
Aynı
yönde devam edip, sakinlerinin yaşamları, pencerelere gerili iplerde, yeni
yıkanmış çamaşırların renk ve biçimlerinde saklı, eski Rum evleri sıralı,
bestekârın "Doldur ey sâkiy bu cem bezminde bir gün mey
biter" şarkısı
dilimde, Bestekâr Hakkı Sokağına,
yani Udî Muallim İsmail Hakkı Bey sokağına girdim. Ana binasının tamamı taş
olan bu sokaktaki, Ayamina Rum Ortodoks Kilisesi önünden geçerken zarif çan
kulesindeki çana bir taş attım ve yüreğimin dipsiz derinliğinde yer
alan, ölmüş ve yaşayan Rum arkadaşlarıma ışıklar içinden el verip,
dilimdeki şarkıyı onlara da gönderdim çıkan çan sesi eşliğinde…
devam
edip… Ağır fil adımlarıyla, Akarca Çeşme Sokağında yürüyüp dört fil ayağı
kubbeye oturmuş, şeytan diyor al götür, nefis bir kristal avizesi süslemeli ahşap
bir tavana asılı, minberi de ahşap, Çilingir Camii de
denilen, 1533-34 yapımı Abdi Çelebi Camii’nde Mimar Sinan’ın el emeği, göz
nuru önünde, bir kere daha saygıyla eğildim.
Kıvrıldım Marmara
Caddesine ve nihayet kapısı açık bir kilise gördüm. Arazisinde Özel Sahakyan
Nunyan Ermeni Okulunu da barındıran,
fetihten sonra Ermeni Patrikliğine tahsis edilen, İstanbul’un en eski
kilisesi namını da taşıyan, Surp Kevork Ermeni Kilisesi’nin aslı, 1031’de
yaptırılan bir Doğu Roma kilisesinin temellerinde saklı… Caddedeki bir dizi
idari binanın arkasındaki avluya saklanmış ve aynı idari binaya yapılanmış ana
kapısından içeri girip güzelliği dışarıdan bile belli bu kiliseyi, ziyaret
etmek istediğimde, elinde sopası, başında şapkası halkın dilinde Özel Güvenlik,
göğsünde Private Securty yazılı bir bekçi, vallahi de billahi de sokmadı beni
içeri…
Surp Kevork Ermeni Kilisesi
Dur
yasak! dedi. Neden? dedim. Yoksa burası
orduevidir? Dedi, girmek için özel izin gerekir. Sordum neden? O anda, sardı etrafımı karanlıklar
içinde kara bir duman, dumanın içinde kara cübbeli birisi, cübbelinin yok
hükmünde kafası… ağzı, karanlık bir dehliz… ve dedi ki;
“benim cihadımdır, bu kapılardan içeriye girişi
engelleyen, sınırları belirleyen…"
düşümdeki düşte,
yankılanan bu sesle, baktım bekçiye çaresizce, “ Peki “ dedim sessizce, ama yemin ettim, buraya Agop Can veya
Antuan veya Berc veya Hilda veya Tamar kardeşlerimden biriyle veya hepsiyle
beraber gelip, mutlaka gireceğim içeriye…
İçimden bu durumu Surp Kevork’a da şikayet edip,
kendi kendime söylenip kilisenin kuzeydoğu duvarı boyu Cambaziye Mektebi
Sokağına girdim ki; Samatya’nın simgelerinden,
Mimar Sinan’ın 1547’de yaptığı bu semtteki ikinci eseri, Kapıağası Yakup Ağa
Hamamında bu tartışmanın terini atayım. Erkekler ve kadınlara müşterek
külhanının ısıttığı, sütunlarla ve soyunma odalarıyla çevrili ve ortasında
görkemli şadırvanı bulunan er kişilere mahsus bölümden halvete girip, göbeğimi
kaşıyayım. Tavandaki nakışlı kubbeyi seyredeyim. Sonra peştamalımı sarıp,
şadırvanlı bahçede gazozumu içeyim. Meğer bu gördüğüm de düşmüş, düş içinde.
Hamam yüzyılın başından sonra kapatılmış her tarafı olmuş atölye ve dökümhane!
Seksenli yıllarda da son sahibi tarafından cadde ile hamam arasına yapılan
dört, beş katlı yapı inşası ile yakın bir gelecekte tarihi mirasımıza sahip
çıkmak, doğal dokuya uymak, yörenin ihtiyaçlarını da göz önünde tutulması
gerekçesiyle, altına hamam üstüne AVM çıkmak için, yani yine, yeniden yıkım ve
ranta uyuma hazırlanmak üzere saklanmış gözlerden.
Kapıağası Yakup Ağa Hamamı
Yurdumun değerleri,
değer bilmezlerin elinde, gözlerimizin önünde birer birer kayarken elimizden,
iç çekerek geldim köşe başındaki, oymalı çatı frizleri, sanat eseri ferforje
balkonu ile dikkatimi çeken binaya, ne olur, bari sen
diren, dimdik dur bu köşe başında! dedim
ve Büyük Kuleli
Sokağına girdim. Samatya meydanına yüzkırküç metre, yirmidört santimetre kala
sırtımı bir zücaciye dükkânına verdim. Dükkâncı kadın ile tanıdığı müşterisi,
dedikodu dolu tanesi bedava, tamamı on tane bardağa, pazarlık yaparken ben de
kilisesi, koruma amaçlı çevrilmiş muşamba ve tel aralarından, İstanbul’un her
yerinde, aynı anda nasıl olur da bulunur? Bilmem, herhalde azizlik bu olsa
gerek, selam vermek istedim her yerde kilisesi olan, Aya Yorgi amcama… burada
da kiliseye girecek açık kapı bulamayınca, hu çekerek attım selamımı, tellerin
üzerinden kilisesinin damındaki haçın başına, “bilirim
oradan ulaşır toprağa, alır koyar başına, oradan yansır sonsuzluğa, oradan
yansır inananlara değil mi?” dedim, kilisenin tasvirini çekmemi
bekleyen, her nasılsa etrafına saygılı bir İstanbul yaşayanı, hem de motorlu
taşıyıcıya… dedi, Allah’ın selamıdır
abi, gider elbette denilenden, duyduğum mutluluk, gezilenden duyduğum
yorgunlukla, beni konuk eden Büyük Kuleli Sokağına da el edip, hoşça kal
üzerinden vardım Samatya Meydanı’na ve trenden indiğimde gözüme kestirdiğim,
anıları kısacık pantolonumun dikiş aralarında saklı, İç Kalpakçı Çıkmazının
köşe başındaki, eski küçük bir evden olma, bahçesinden doğma meyhaneye, alacağım
keyfe kurgulu girdim…
Zeki Müren’in
sesinde, asma kaplı çardağın yaprak aralarından süzülen müziğe kulak
verdiğimde, keyfimin kurgusunu da açtım sonuna kadar;
“Hançer-i aşkınla ey yâr
gönlüm üzre vurma hiç,
Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç,
Ağladıkça gözlerimden kan gelir yaş yerine,
Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç… ”
Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç,
Ağladıkça gözlerimden kan gelir yaş yerine,
Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç… ”
Gözlerimin renginden, giyim tarzımın gençliğinden mi bilmem “ Welcome Sir
” ile karşılandığım meyhanenin, isteğim
üzerine dip köşe asude bir yerinde, hoş gelmişsen abim, ne emredersin? selam ve töreniyle, yer aldım sahne düzeninde…
Sahnenin yola bakan görüntüsü, hareketli mi hareketli…
trenden inen yöre sakinlerinin hala süren dedikoduları, derinden gelen kemanın
gizli ve pes sesinde buram buram yayılırken Samatya’nın sokacıklarına, meydanın
akşam vardiyasındaki kafalarında, midye dolma, buzlu badem tepsileriyle yediden
yetmiş yediye satıcıları ile yanlarında yediden otuz beşe kızlar, mürdüm moru, limon sarısı, badem yeşili,
uskumru mavisi etekleri, anason beyazı yemenileri ile darbukanın ritmik
darbelerinde, meyhane müşterilerine işmar eden gözleriyle, ekmek parası
aramakta… turistlerin gülümseyen, hayrete düşen, kaçınan, dudak büken, iyi ki geldikleyen,
nereye geldikleyen yüzleri… peşlerindeki satıcıları çaktırmadan itekleyen her
dilden elleri ve dilleri… orkestra şefinin sopasında sahnenin sağındaki
solundaki meyhanelerin, lokantaların kapısından içeriye sahne arkasına
kaybolmakta…
Beklerken söylediğim lüferi, yanında bir, bir, bir, bir, bir bardakta iki ölçü, tekerlemelerle, roka yatağına yatırttığım kalamar
ızgaraları sertleşmemesi için azar azar getirtirken onlar da kazansın, adil
gelir dağılımı endişesiyle sokaktan aldırdığım midye dolma ve buzlu bademi de
diğerleriyle beraber yudumlarıma ortak ettim… …
Gözlerimi ortak ettim… sırt çantalarından bir tanesinin açık
fermuarından görünen beyaz önlükle, kimliklerini Cerrahpaşa’da öğrencilikle
belirleyen… yapılı ve uzun boylu uzun ve keskin hatlı yüzünü yeşil gözleri ve
siyah saçlarıyla biçimlendiren oğlan ile yarı belinde uzun kahverengi saçlarına,
gamzeli çenesine, grek burnuna, çıkık elmacık kemiklerine kocaman bir gülümseme
ekleyen, sağ yakınımdaki masada, iki güzel insanın önündeki biraların
köpüklerinde açılıp, kapanan aşk gözlerine… gözlerimi ortak ettim, birbirlerini
incitmeye korkan aşk sözlerine…
Gözlerimin vizörünü iki güzel insanın masasının önündeki
masaya kaydırdığımda tasvire düşen, biri kısa küt hafif kır saçlı, yorgun ve
hüzünlü güzel yüzüne anlam kazandıran hafif çıkık çeneli, büyük kulaklarını örten
kasketi, sırtında faytoncuların, bakırcıların giydiği kahverengi çuhadan bir
faytoncu yeleği sanki Aksaray – Samatya dolmuş şoförü… diğeri kısa boylu, tombulluğuna uyumlu iri göğüslü,
gri bluz, kırmızı etek, yapay inci kolye, başında bandana, cep telefonu elinde
bir Türk sarışını lezbiyen çift, aykırılıklarının derdine veya ittirine rakıyı umar
ederken, sarışını birden fırladı, yanımdan geçip kuytuda telefonla fısıl fısıl konuşmaya
başladı. Garibim, simgesi şoför olanın gözleri, güzel iki insanın masasındaki
güzel kıza için için bakıp bir tek attı, vizörüm, sarışının arkasından, dudaklarından
dökülen, “orospuuu!” yu kayda alırken, bir kara kedi geçti önümden... İrkildim,
hayra yordum. Hiç de hayır değilmiş. Kendisi, beyefendi mi, hanımefendi mi her neyse
peynirle beslenip, sert tam yağlıdan başkasına yüz vermedi. Git işine
sermayeyi yükleyemem ben senin gibi bir kediye dedim, ama oralı
bile olmadı. Benim de içim elvermedi, önüne üç parça peynir attım, ikisi gitti
kediye, biri de hızla çarpıp kaçan, karga yankesiciye…
Mekân dar, senaryo
yüklü, sahnede iç içe sahneler, bu yüzden vizörüm deliye dönmüş, rengahenk
insanlarla masalar arasında gidip geliyor durmadan… Şimdi de kilitlendi
bahçenin en dip köşesinde oturan iki çift ile yanlarında yedi, sekiz yaşlarında
bir erkek çocuktan oluşan masaya… çiftler evli desem bir türlü, demesem bir
türlü… kadınların ikisi de esmer, ikisi de alımlı, erkekler kirli sakal, açık
düğme gömlek, külhanbeyi tavırlı… Bunlar, son zamanlarda İstanbul’da ekmeğini
taş"rant"tan çıkaran… gerçeğinin perdesini, plastik kart ve hamili
kart kesesi ile kapatan… göstermelik tüketimi, hayatının tek endişesi kılan… alkollü
nefesini, sohbetinin içi boş sesiyle dolduran Yeni İstanbullular olmalılar… Çocuğun,
sürekli verilen paralarla bir şey alması ve oyalanması istendiğine göre masada
konuşulanlar +18 kapsamında, ya da benim kuruntum… hem bana ne canım, bu koca
dünyada, tıpkı benim gibi, herkes kendi hikayesini yazıyor, ışıklara rahvan
İlhan Selçuk’un deyişi ile kendi heykelini yontuyor, kendi masasında…
deyip içimden… Çevirdim
vizörümü, üstü yine rakıyla donanmış, şalgamla sulandırılmış başka bir masaya… Yalnız,
bu arada ben makinamı çalıştırmaya, siz de okumaya bir ara verin de soğutmadan lüferimi yiyeyim, rakıya eşlik
edeceğim diye balığı soğutmayı asla sevmem. Balığı sıcak yiyeceksin, rakını
soğuk içeceksin. Ne demişti komutan? “ Kasaptaki
ete soğan doğranmaz.”
Taze lüferimi
yedim. Garsona sıcak mezelerimin azar, azar daima sıcak getirilmesi isteğimi
tekrarladım. Datça’da yaşayan ismi bende saklı bir arkadaştan, tek bir adedinin
bile gönderilmediği, buna karşılık çektiği tasvirlerinde ön planda, nispete
karışık, rakıya aşık Datça bademinin çakmasından birkaç tanesi ile buz gibi
rakımdan yudum tekrarı yaptım. Döndüm vizörümü dondurduğum masaya… masada, ister
inanın, ister inanmayın, gençlerden birisi sanki Nazım Hikmet’in ta kendisi…
diğerleri, kahverengi saçları, mahzun dudakları, uzun ve gösterişli vücudu,
manken görünümlü genç kızla, Nazım’a abartılı bir saygıyla yaklaşan kahverengi
hırka, siyah bere, siyah gömlek, hakî bir pantolon giymiş kumral, güleç yüzlü, gözlüklü, yazar, çizer
kılıklı bir erkek… masa çok hareketli… Nazım belli ki, yörenin genci ve gelen
gidenin davranışları okunduğunda, ya parasından, ya da konumundan bir şeylerin
efendisi veya reisi… Neyin reisi? Şimdi gel de çık işin içinden Nazım ve çete
reisi… veya Nazım ve malumun ocak reisi… koyduğum sıfatlarla bakar mısınız?...
Nazım ismini nasıl da yan yana getirdim bu kelimelerle?... ama ne çare,
benzerlik gerçek, gözlemlerimde de kolay yanılmam… en iyisi, bu yüzden beni
afakanlar basmadan, önde tek başına bira içen, kâküllü uzun saçlı, kalkık burnu,
kahverengi gözleri meraklı, oldukça şişman, yüzü çok güzel kız masasını
değiştirirken, ben de uzaklaşayım Nazım’ım masasından ama önce önümdeki masaya
uğrayayım, sonra da çekileyim kendi masama…
Vizörümü çevirirken önümdeki masaya, iki de serçe kondu
masama, yandan gözlerini kaldırıp sofran açık mı diye sordular? Buyurun, dedim sofram
da açık, gönlüm de ama sol yanımdaki çalıda tam şu anda kafasını kaldırıp, ulu
bir hakan gibi sağa sola sallayan tırtıldan isterseniz, soframı kapatırım
haberiniz ola… neyse onlar dediğimi ya duydular, ya da bana uydular... ya
da Allah’tan duymadılar ki kırıntılara yumuldular ve ben de geçtim ön masaya…
masadakilerden biri, kırk, elli yaşlarında, kravatı boynunda, başının ön iki
yanı hafifçe bakışımlı kelleşmiş, avurtları
çökmüş, dar alnında, kaşları siyah gözlerini örtmüş, fotoğraf çektirirken bile
Muhakemat-ı Memurin Kanununa duyarlı ciddiyette ya evkaftan emekli veya bir resmî dairede veriyor emeğini , diğeri
daha genç ama saçları erken gitmiş, o da onları tamamen kestirmiş, insana
rahatlık ve neşe veren yuvarlak güleç yüzü ile zıtların birliğini tamamlamakta…
önce ciddi konuşmalar, belki de gence verilen öğütler, ardı ardına içilen rakılar, ara sıra atılan
kahkahalar ile kanunun tesiri, memurun efkârında dağılır ve gözlerinin şakulünde yavaş yavaş sökülen kravatın
boyundan aşağı kayarken… ben de döndüm kendi masama, masamdaki son kırıntıları,
son yudumuma meze yapıp, çekiştirmekten
beni bir türlü rahat bırakmayan sağ yanımı azarlayarak, hesabı ödedim… Çıkarken
bu sefer Türk ve Türkçe konuşmamın doğurduğu hukukla, “güle,
güle babo, yine bekleriz” ile uğurlanıp, daha iki adım atmadan, başladı sağ yanımdaki çocuk, beni çekiştirip
sokmak isterken bir sokağa… içim geçti birden, düş içinde düş görerek kıvrıldım,
şimdi sol yanıma düşmüş çocukla beraber, İç Kalpakçı Çıkmazına…
Çıkmaz, taş çatlasa on evden müteşekkil, toplasan yüz metre,
benim düşümde ise sonsuzluğa uzanan anılarla dolu geniş bir cadde… Sokağa girip
birkaç adım attığımda pencerelerden birinde başı çatkılı ben yaşlarda bir ses, bu sokak çıkmaz derken, ben de biliyorum, bile
bile girdim, anılarım beni yanıltmıyorsa
şu ahşap evde minikken anneannem ve dayım ile çok vakit geçirdim, dedim.
Kadın güldü, siz de mi onlardansınız
dedi. Ne demek istediniz? Siz yaşlarda sizin gibi ve nedense daha çok erkekler,
zaman zaman buralara gelirler ve aynen sizin dediğinize benzer şeyler
yinelerler. Kaçırdıklarımıza, pişmanlıklarımıza, değiştirdiğimiz makaslara,
tasasız günlere, onur dolu sevinçlere baka baka toprağa geri dönme, yanaşma ve yaklaşma,
böyle geri dönüşlerle mi oluyor acaba? diyerek, gülen yüzü, açık yüreği, çatkısının
altındaki akıl dolu beyniyle ortaya koydu mu yüksek bir felsefe… güldüm, siz vahada açmış bir çiçek gibisiniz,
dedim. Güldü, utandı, içeriye kaçtı. Ben yine düşüme daldım.
Düşümde, bire bir
iki çehre, biri otuzlu, diğeri yedisini bile tamamlamış yaşlarda iki kişi… biri
ben, kıçımda, omuzdan askılı yarı ıslak kısa bir pantolonla, diğeri, yeşil
gözlü, kumral, daima gülen dudaklarını örten pala bıyıklı, balıkhanede yediden
yetmişe saygıyla anılan, elinden, yediden yetmişe derman damlayan, cüzdanı
açık, yardımı gizli, armağanı bol, emeğini, ekmeğini, emekçiyle beraber katık
eden, balıkçı dayım, Orhan Reis’le seferden dönmüş, o zamanlar İstanbul’da
mundar diye satılamayan, elde kalan, karides, midye ve bunun gibi deniz
mahsulleri ile lüfer, ekmek, salata,
yüklü file, dayımın bir elinde, benim elim ise dayımın diğer elinde, çatkılı
kadının evini geçmiş, eve doğru yürümekteyiz…
Kıçımın ıslaklığı,
kancabaş teknede sağdan soldan çekilen küreklerden ve ağlardan sızan sulardan
mı, yoksa akşamüstü kıyıda donla yüzüp sonra da pantolonumu ıslak ıslak üstüne
giydiğimden mi bilmem ama sokaktaki diğer çocukların, beni kızdırmak için
arkamdan “ sidikli, sidikli! ” diye
laf attıkları, benim buna çok kızdığım, dayımın da kahkahalar attığı hala
aklımda. Ulan, dedim içimden, yarın, dayımın yeni aldığı bisikleti görünce, hiç
biriniz ayrılmazsınız peşimden deyip, insanların, insanlara nesnel ve öznel
koşullar karşısında değişimini, kendimce ilk hayat deneyimlerimi, minicik
boyum ve beynimle, kayda geçirdim.
Birkaç adım daha
atıp, eve varıp kapıyı çaldığımızda kapıda
bizi karşılayan anneannem, beni öptü, dayım da anneannemin elini öptü. Anneannem,
ıslak don üzerimde, karnım ağrıyabileceği öğüdü ile üstümü değiştirmemi
söylerken, elinden fileyi kaptığı dayıma,
unuttun galiba bugün cumartesi, çocuklar,
[çocuklar dediği dayımın arkadaşları,] Stavro
Reis ile Vartan, biri bir yan duvardan, diğeri diğer yan duvardan atlayıp, arka
bahçede erik ağacının altında, Susam, Sumak, Kekik, Sürtük ile Kömür atılanları
kapmaya, kargalar onların artlarında yer almaya, börtü böcek de kalan
kırıntıları toplamaya, çoktan yerlerini alıp, sağ ellerinde bıçaklar, sol
ellerinde çatallar, hazır ola durdular. Stavro’nun
eşi Tina ile Vartan’ın eşi Nova, yoksul ama parlayan gözlerinin güzelliğinde
masayı kurup, ellerinin lezzetli zenginliğinde mezeleri donattılar. Bahçedeki
akşamsefaları, güller, yasemin ve çardaktaki mor salkım her biri eğilip,
dirilip kokularıyla emeği ve yemeği kutsamaya hazırlar. Mangal da hazır, çabuk
ol, ellerini yüzünü yıka, ben de balıkları ayıklayıp, senin hünerli ellerine
vereyim ki, pişince bile diri kalsın lüferler, bu arada ben de kendimce duamı
edip, sonra sizle bir kadeh susuz rakıyla eşlik edeyim, derken… kulaklarımda,
Müzeyyen Senar’ın okuduğu “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine” şarkısı, minik
beynimde, daldım gittim, Samatya kıyılarından yıllar içinde, döne dolana, Topkapı’dan,
Vefa’ya, Vafa’dan Beyazıt’a, Beyazıt’tan Bakırköy’e, Bakırköy’den Moda’ya, Moda’dan
Bebek sırtlarına, Bebek sırtlarından, Burgazada’ya…
Ta ki; “on üç gündür aynı şeyi yapıyorsun be amca!” omzumda bir el, kulağımda bir sesle
Sirkeci’de uyandırıldığımda…
-------------------------------------
Burgazada, 21 Mart 2013
“ Sirkeci – Halkalı elektrikli şümendüferi,
Samatya’dan geçerken bir düş gördüm
trenin karaya bakan penceresinden…”
|
Samatya, Ψαμάθεια, Psamatya, İstanbul’un Fatih
ilçesine bağlı semtlerden biridir Koca Mustafa Paşa bir bölümünü kapsayan
semtin batısında Yedikule vardır. Semtin adını Yunanca kumlu anlamına
gelen Ψαμάθιον (Psamatyon) sözcüğünden aldığı ve bunun geçmişte semtte bol
bulunan kumlu topraklardan ileri geldiği sanılmaktadır.
GELEN MESAJLAR
Memo,
Tek kelimeyle harika. Sana helal olsun diyorum ve devam etmeni
diliyorum...
Orbay Hazar 03.04.2013
Sağol Orbay, devam edeceğim verdiğiniz
onurla...
Mehmet Altın 03.04.2013
Sağ olasın Mehmet. Her bölümü
büyük bir zevkle okudum. Resimler için de teşekkürler. Eline, emeğine sağlık…
Umarım, yazmaya devam edersin.Ufuk ve sana pek çok selam ve sevgiler.
Tülin Koray 09.04.2013
Ben de teşekkür ederim bu anlatıya ki sesini duyduk sayesinde... Anlatmaya devam edeceğim sabrınız yeterse... Bizden, ben ve Ufuk'tan selam ve sevgilerle,
Mehmet Altın 09.04.2013