17 Nisan 2013 Çarşamba


Mehmet Altın

SAMATYA’NIN SOKACIKLARINDA

“ İstiridyenin 13 günü ”




Anlatı






SAMATYA’NIN SOKACIKLARINDA

“ İstiridyenin 13 gününde insanlar ”

“Sirkeci – Halkalı elektrikli şümendüferi Samatya’dan geçerken bir düş gördüm trenin denize bakan penceresinden…”

Düşümde, evimin güneye bakan balkonunda, ekim ayının yazdan kalma günlerine şaşkın birer dizi çiçeğiyle, iki yana gerinip de günaydın diyen begonvilimi sularken, izleyen haftanın iki bayram hediyesi uzun tatilinin, bana adada sunacağı, deniz, rakı, balık, kutsalına dalmışken, gelen bir telefonla sarsıldım.
Evine gittiğimizde, kapı ile televizyon arasında üçgende, televizyonun sol tarafında yerde yatıyor, oğlum, oğlu ve gelininden olma üç çift endişeli göz,  “eyvah, aklımıza gelmesin derken, başımıza geldi…”  sessizliğinin sesinde, odada hüzünle dolanıyordu.

Düşmüş, kafasını televizyonun bulunduğu konsola vurmuş, zor da olsa telefona uzanıp yardım isteyebilmişti. Hemen çıktım. Kuzenimin çalıştığı yakındaki, kırık, çıkık kemik tamircisi bir hastaneden temin ettiğim, ambulans denmesini hiç sevmiyorum… cankurtaran ile gelip, kendisini sorunsuzca tasarımına ve görevlilerin kullanım ustalığına hayranlığımın eşliğinde sedyeye aldık, hastaneye gittik.

Hastane tanıdık bir yer ama darbe, kırık, çıkık üstüne doktoralı, usta tamircinin, gece yarısından sonra gelen vakanın sıkıntısından mı, yoksa genel tavrından mı, ince ve uzun boyuna giydiği mavi giysisine uyumlu, mavi gözleri oldukça donuktu.

İlk tepkisi, -“…hasta çok yaşlı ve dediğinize göre kafasını da vurmuş, yeri burası değil, nöroşirurji…” dedi.

“ O da ne? Bu adam yabancı dilde küfredip, sorumluluktan kaçıp bizi başından atmaya mı çalışıyor? diyen içimdeki sese, “yok o Latince kelimenin Türkçesi beyin cerrahisi, bilmese de her er ve hatun kişi Latince söylediğini tercüme ettiğimizde, demek istiyor ki;

-“… ortopedi ve travmatolojiden önce nöroşirurjiye gitmelisiniz…”  

Bunu bir de halk diliyle söylediğimizde; düşmeden dolayı, hastanın kemiklerinde olabilecek çatlak ve kırıkların saptanması ve düzeltilmesinden önce beyninde bir hasar var mı, yok mu? Önce ona bakılmalı… ve bu andan itibaren biz de doktorların dilinde konuşmaya, okumaya çalışılıp, alışılmalıyız.

Neyse, biraz tehdit, biraz cebren ve hile ile, “ öncelikle bir kırık var mı, onu bilelim, onun için önce bir kemik tasviri çekip bakalım,”   mülahaza ve mütalaasında, çok şükür, doktor beyle anlaştık.

“İnşallah, kalça kırığı falan yoktur varsa ameliyatı nasıl kaldırır? Nitekim aynı yaşta, adada komşum, toprağı ve ışığı bol olsun Manno Ana, aynı dertle ameliyata girip, nasıl da kalmıştı masada…” Düşüncesinin tutsaklığında girilen iç görüntü odasından, “ …kalça kırığı…” haberi ile birer, birer dağıldık ortalığa ve anında geçtik hangi hastane daha iyi, nereye gideceğiz konumuna…

Her zaman gittiği, şimdi Pendik yöresine taşınmış ve bize oldukça uzak, hastaneye mi gideceğiz? Yoksa, hem hastası, hem de artık teyze, yeğen ilişkisine girdiği, üniversiteden II. Mehmet nam arkadaşımın göğüs hastalıkları üstad-ı azamı profesör eşinin güvenli gözetiminde, onun da kardeşi Ortapedi ve Travmatoloji üstad-ı azamı hocamızın ellerine mi teslim edeceğiz?... durum muhakemesinden sonra, ikinci seçeneği tercih edip, ben eve döndüm, listesi elime tutuşturulmuş, acil durum çıkınını doldurmaya… cankurtaran da hareket etti Samatya’ya, Cerrahpaşa’nın yoluna.

Bir ara sıçradım uykumda ama tekrar daldım rüyaya… Elimde acil durum çıkını ile vardım hastanenin ACİL avlusuna… Ortasında 7/24 çalışan bir kantin, şimal-i şarkında bir acil durum odası, cenub-i garbında başka bir acil odası durum bulunan avlunun, vardım cenub-i garbında olanına…

Odada bir yanda hastalar, diğer yanda, 7/48 çalışan internler, “yanlış yazmadım bunların hepsini rüyamda gördüm ve öğrendim…” yani sözlüğe göre stajını yapan stajyer tıp öğrencileri, hadi diyelim çıraklar, birbirlerine çare aramak için münazara yapmakta…

Hastalar, ellerini dizlerine vurup, vah bu yavrucukların haline bakın, kalemlerinde yetki yok, önlüklerinde sorumluluk çok… bunlar ne yapar ne eder de bize çare umar, ne yer ne içerler de bize ayakta sağlam bakar… derken,

Çıraklar, Allahım bir durun! …zincirleme reaksiyona ve sinir krizine girmiş yakınlarınıza hâkim olun, budur hastalığınızın öncelikli çaresi sonra gelir ilaç tedavisi…” pozisyon belirlemişlerken, ben bakındım, bizden kimseyi göremedim orada…

Telefon edip öğrendim ki, onlar da iç görüntü, röntgen, almak için “Acil konumunda” varmışlar başka bir binaya, doğru gittim oraya…

Binada, II. Harb-i Umumi karartma fonunda bir film mi çekiliyordu? Yoksa bölümün adına uygun olsun gelenler de ortama uysun diye mi bina karartılmıştı? Bu iki iç ses sorumun, yanıtını alamadım. Ben de o loş karanlıkta, hastamızın iç görüntü odasından çıkmasını bekleyen eşim ve abisini,  sıra bekleyen başka birilerinin arasında, el yordamıyla aradım. Ama her ikisini de bulamadım. Bulamayınca tacizci damgası yiyip, tacizden dayak yemekten korkarak, çare yok, her ikisini de bağırarak buldum.

Kelimeleri eğip, büküp, sözcükleri uzatıyorsun, sağı solu fazla kurcalıyorsun, kendime yapma şunu diyorum, lakin etrafımdaki nesneler rahat durmuyorlar ki,  illa bir maraza çıkarıp dikkat çekecekler… buyurun işte, iç görüntü odasından çıkan hastamızın yanındaki, tasvir-i mütehassısta bir gariplik var.  Gecenin gerginlik, yorgunluk ve telaşında tam ayırdına varamadım,  nedir acaba? Neyse, ne,  biz bakalım işimize… diyerek hastamız iç tasvirle beraber tekrar ACİL’e götürmek için hastanenin, iç çevrimdeki cankurtaranına ulaşma, plan ve projelerini geliştirme çalışmalarına başlarken, ertesi gün, hayırlara vesile bir nedenle, esas görevinin, bölümün kıdemli has odabaşısı olduğunu öğrendiğim, çakma tasvir-i mütehassıs, pardon has odabaşı, pardon tasvir-i mütehassıs da başka bir hastayla beraber, gündüz beyaz, gece siyah yüzüyle, girdi karanlık iç görüntü odasına…  

Bu arada, biz de, bir elimiz maşalı, bir elimiz paralı, “ivedi cankurtaran gerekli…”  konuşmalarından sonra gelen cankurtaranla vardık cenub-i garpta bulunan acil odasına ve girdik zincirleme reaksiyon ve sinir krizi sırasına…

Odada biri masada kayıt tutar, sırada kıpırdayanı gözleri ile azarlar hatun bir kişi ile biri uzun boylu, yapılı, iyi niyetli,  diğeri kara yağız esmer, belli ki doğulu ve  yardıma kurulu iki er kişi, üç stajyer çırak, dizildiler safa… ben, eşim,  abisi ki, o da hukukta ulema ve üstad-ı hoca, bizler de geçtik karşı safa, hastamıza öncelikle bir oda ve yatak bulmak,  sonra da çare aramak için herkes çıkardı kartvizitlerini, serdi ortaya…



Biliyorum şimdi hemen diyeceksiniz;  “- nerede, ne oldu yukarıdaki paragrafların birinde  anılan Cerrahpaşa’daki ulema?... e insaf, onların henüz bir şeyden haberi yok ki, gece saat neredeyse iki… onlar da nihayetinde bir insan, bu saatte  ararsan, anlamaz belki de der “-kimsin sen be adam?... yine de biz, elimizdeki bu iki jokeri masaya sürüp, resti çekince, rölans dedi karşı saftan ikisi, biri de pas deyip oyundan çekildi. Sabaha kadar süren rölansla da hastamız, kriz sırasındaki hastalara kıyasla, uygun bir yerde misafir edildi… sabah gelen telefonla, kumarhanenin, pardon ulemanın, masaya bizzat el koymasıyla da parti bize geçti…

Sayın okurlar, bunların hepsinde hakikat payı varsa da birazı şaka, azıcık da abartma… Mesela, daha kartlar masaya sürülmeden önce bile, alınması gerekli test sonuçları için, hastamız, Kars doğumlu hemşerisi olduğu için neredeyse bir hizmetli gibi laboratuarlara koşturan, kadroya giremediği için ekmeğini Cerrahpaşa dışındaki sağlık kurumlarında 7/72 çalışıp çıkaran o kara yağız Kafkasyalı stajyerin hakkını yemeyeyim… yine o uzun boylu, iyi niyetli, ne yapsın elinden bu kadar gelir, bununla yetinir stajyeri de iyilikle hatırlamadan edemeyeceğim…

Neyse biz, yine konumuza dönelim… Ulemanın, ancak viziteye gelince verebileceği karar gereği, sabaha kadar kaldık acilin cenub-i garp yakasında, ben de kaldım orada… kâh uyukladım, kâh uyudum sabaha kadar…

Sabaha kadar, burnu dönmüş, gözü akmış, kulağı kesik, kalbi delik, ayağı takılıp her nasılsa kocasının yumruğuna çarpmış… yaya geçidinde yer şeritlerini sayarken oyalanmış ve arabaları kızdırıp, çarpılmış… bıçağı yanlışa, yanlış çekip bıçaklanmış… oradan, buradan, iki kişinin arasından, elini sofraya uzatıp, haram yiyip gırtlağına kaçmış…  140 net, 2½ ayakkabı tabanı, eder toplam 142½ brüt boyuyla, meyhanede sağa sola sarkıp, parçası  2½ santimden, dörder parça, 14 tabak, cem-i cümlesi 56 dilim meze olmuş… “bir ben var bende, seninle…” sevdasına, yüz göremeyince, “ben de yaşayamam sensiz, kendimle…”  deyip ölmeye yatmış… kumara jeton yutmuş… gazozun leblebisi boğazına, buzu bağırsaklarına kaçmış… yaralılar, hastalar, hastalıklı hastalar, hasta yakınları, hasta yandaşları, hasta dalkavukları, hastanın kuyrukları, yorgun doktorlar, ona buna soru soranlar, sağa sola cevap yetiştirip koşuşturan hemşireler, doktor görünümlü hasta bakıcılar, güvenilmez, höt deyince susan, miyav deyince azan, kısaca ayarı bozuk güvenlikçiler, bu insanların her biri sırayla geçerken teker teker önümden, kartonu 50 kuruşa çay ile fiyat tabelasındaki kaydı kaşarlı, kaşarı biyopsi ile bulunur, yani, ekmek arası ekmekli, tanesi 1,-TL’den sandviçleri, mideye indirdim çaresizce… Sabaha kadar uzanan bu süreçte, ne yazık ki, eğlenceye hasret, hiç doktor döven olmadı, bu otantik gösteriden mahrum kalmak beni üzdüyse de ne yapalım deyip, sineye çektim sessizce…

Şimdi sabah ve senaryoda iki adet telaş var… I.Telaş; Acil’den kurtulup, tek kişilik bulduysan öpüp yan cebine koy, bir odaya çıkmak… II. Telaş; günleri basmadan bayram tatili, en geç arife günü, olabilirse gerçekleştirmek operasyon ümidini… yoksa herkes giderse, birer, ikişer hastaneden, İstanbul il hudutları dışında asude mekanlara kaçıp, geçirmek için uzun tatilini, nerede bulacağız tamircinin iyisini? Tam dokuz gün beklemeliyiz hepsini ki, bunun alternatif maliyetleri olduğunu hocalarımız bize üniversite sıralarında öğretmedi mi?

Ayağımı denizliğine uzatıp, uyuklarken düş gördüğüm pencere önünden,  burnunu lodosa vermiş iki kilometre/tul ara ile Samatya üzerinden sırayla inerken tayyareler, beynimin kıvrımlarında tilkiler, düşümde bu düşüncelerle dolanırken benimle beraber, ayaklarım düştü önüme, geçtim düşümde başka bir dilime…

Meğer korktuğumuz olmamış ki, bayram öncesi ameliyathane önündeyiz. Hastalar sırasıyla, anaları, babaları amcaları, dayıları, teyzeleri, halaları, yeğenleri, sevgilileri, sevip yapıp sevmeyenleri, eli hastanın yatağına deyince akrabası oldum zannedenleri, hepsi, hep beraber operatörlerin çözüm ortağı gibi ameliyathane içeri hamle ederlerken, kimi, kimsesi olmayan gariban bir iki hastanın da neredeyse refakatçisi olarak kayda geçeceğiz bizler… Bu arada etrafımdaki hasta yakınlarının gözlerinde bazen iyimser, bazen kötümser, bazen korku dolu endişeli bekleyiş köşe bucak, dolaşıp mim koyarken bir oraya bir buraya, kimilerinin  gözleri ve elleri uzanmış arş-ı âlâya, dudakları kıpır kıpır kıpırdamakta kendi dilinden, kendi dininden duayla…

Bizler de bekliyoruz, “bu yaşta bir hastanın kırık kalça kemiğinin nasıl onarılacağı, daha da  önemlisi  kalbi olduğu için ameliyatı kaldırabilecek mi ?” soruları mıh gibi kafamızda… pır, pır eden yüreğimizin, telefon yorgunu kulaklarımızın, açıla, kapana hipnoza duran gözlerimizin hepsinin menzili kilitli ameliyathane kapısına… akrep ile yelkovanın iki kere buluşup da ameliyatın son derecede başarılı olarak bitmesinden sonra,  tövbe ettim hastane ile ilgili tüm yakınmalarıma… bin şükran ve bin minnet, kapı girişinden itibaren bütün görevli, hemşire ve doktorlara… şimdi,  ben de şimdi gidip duamı edeyim, deniz, rakı, balık, kendi kutsalımda…

“Düşümden, Mehmet kalk artık, açık pencerenin önünde üşüyeceksin… diyen eşimin başımı okşayan eliyle uyandım.”

-0-
“Sirkeci – Halkalı elektrikli şümendüferi Samatya’dan geçerken bir düş gördüm trenin karaya bakan penceresinden…”
Düşümde bir hastanenin penceresinde, ekim ayının yazdan kalma günlerine şaşkın, iki yana gerinip de denizin Hristos’tan, adanın ve adaların üstünden gelen iyot kokulu günaydın sesini doldururken çaydanlığa, ben, beni Samatya İstasyonunda buldum.
Trenden indiğimde, düşümdeki iyot kokusu genzimde, baktım çevreme, İstanbul’u gördüm İstanbul’dan içeri, aynama yansıyan pencereden elli, altmış yıl öteden, …
İstasyonun yıllardan beri üstünde tepinen ayak darbelerine zorlukla direnen, kenarları kaygan merdivenlerinden inerken, günün söylem ve eylemlerine uygun, insanı hoplatıp, zıplatmaktan, keyif alıp da bir daha, bir daha okutmaktan uzak, basit hatta çoğu zeka kıtlığı, belden aşağı duvar yazılarına şöyle bir baktım. Aşağıya indim. Sağa saptığımda, bir yandan, meydanın dünden ve geceden kalan kirini, üzüntüsünü ve kederini, bir dizi mazgala akıtarak arındıran suları, bir yandan da “kumlu = psamatyon “ dan adını aldığı  toprağı, kumlu mu değil mi diye gözetip, kendimi Samatya Meydanı’nın ortasına attım.
Sağ yanım çekiştirdi beni minik çocukluğumun anı köşelerine... sol yanım dedi dur hele... gel bir bakalım gençliğinde gezdiğin yerlere… bunun üzerine, ben de her şeyi en doğru o görür diye, her zamanki gibi sol yanıma uydum… meydanda günün siftah ve bereketine hazırlık yapan sağdaki ve soldaki balık, tava, ızgara satıcılarının umursamaz ve yorgun bakışları altında,  sola Akıncı Sokağa doğru savruldum. Sokakta, arkasını, meydandaki dükkânlara dayamış, açık bir kapı bulurum umuduyla etrafını dolandığım, denizcilerin azizi, denizle çevrili İstanbul’da, Aya Nikola Kiliselerinin onlarcasından biri, Samatya’daki Aya Nikola Kilisesi, hayatını denizlerde kaybetmişlerin, yakınlarının anılarını, acılarını ve hüzünlerini sanki sessiz bir ağıda dökmüş, başını örtmüş, kapılarını ve kendini sımsıkı kapatmıştı. Ben de demirden ayaklarla yapılmış kubbeli çan kulesinden yayılan sessiz ağıda, sessiz bir saygıyla selam verip,  soldaki ilk sokağa saptım.  

Sahil yolu boyu tren hattına koşut, bahçeleri basmış binbir nar tanesinin menevişli gölgelerinde, çayır, çimen, ebegümeci, kuzukulağı arayanların meraklı gözlerinde, biri diğerine yan vermiş ahşap evlerin pencerelerinden sarkmış, dedikoducu koca karıların mahalle baskısı ve bakışları altında, beni,   evlerinin adeta yatak odalarından geçen hattın öbür yanına ulaştıracak bir geçide ulaştım.


Geçitten geçip, çıktığım Arap Kuyusu Sokağı boyunca, kuyuya düşmeden dikkatlice on, onbeş adım kuzeye yürüdüm.  Sokağın sol köşe başında taş duvarlı ve ahşap çatılı gövdesine uyumlu minaresi ve giriş kapısının karşısındaki çeşmesi ile 1603 yılından beri, yöre insanının maddi ve manevi susuzluğuna çare olan, Hacı Hüseyin Ağa Camii’nin karşısındaki kahvenin, buyurun bir çay içelim sohbetinde, zamanında, hala kuyumuzu kazmaya devam eden Arab’ın birinin, cami avlusuna kuyu kazmasından dolayı, yörede bu caminin Arap Kuyusu Camii diye de adlandırıldığını öğrendim. Nerelisin? Nereden geldin? Kimlerdensin? Nereye gidersin? muhabbeti bitince, helalleşip el verip, el aldım, kahve cemaatinden… ve…

ve cami ile aynı adı taşıyan, tren hattına koşut sokağın yeniden elden geçen, kivi kabuğu, beyaz turp, nar rengi, portakal rengi, çağla yeşili boyalı pencere arkasındaki gözleri sokağa tutuklu cumbalı evlere, laf olmasın namahremine diye, göz ucundan bakıp, elim, elim üstünde, ellerim göbeğimin üstünde, huşu ile İmam Aşir Sokağa girmek için ayakkabılarımı çıkardım, aldım elime… girdim, arkamda Hacı Hüseyin Ağa Camii, solumda İmrahor İlyas Bey Anıtı, sağımda yine her tarafı sımsıkı kapalı, ana binanın sadeliğine karşılık, altında kiliseye giriş kapısını da içeren baldakinli çan kulesi ile I.Konstantin tarafından yapılmış Aya Konstantino Rum Ortodoks Kilisesi ile çevrili, ulvî bir üçgene…


Hacı Hüseyin Ağa Camii

İmrahor İlyas Bey Anıtı
Aya Konstantino Rum Ortodoks Kilisesi





İmam Aşir’den, şaplak yememek için izin isteyip tam çekecekken İlyas Bey Anıtının tasvirlerinden birkaç kare, seslendi üniformalarının etekleri muhafazakâr çevre boylu, üç tane kız talebe ile onların da arkasında ağzı muhafazakâr çevre boyu küfürlerle dolu yeni bir yetme… Amca, bizi de çeksene! Olur  ama bir şartla Nedir? Bana şu duvarların ardında duran yapının ne olduğunu bir söyleyiverin, ben de sizin tasvirinizi çekeyim, isterseniz e-posta adreslerinize de göndereyim. Baktılar yüzüme… İçlerinden geçti herhalde, deli mi ne? Yürüyüp gittiler gönüllerince… Hâlbuki söyleyecekleri, “burası Doğu Roma İmparatorluğu I. Leon zamanında yapılmış en eski yapı, adı Studios Manastırı ve Vaftizci Yahya Kilisesi olup fetihten sonra camiye çevrilmiş, II.Beyazıt zamanında İmrahor İlyas Bey tarafından vakfedilmiş İmrahor İlyas Bey Anıtıdır…” ‘demekten  ibaret bir cümle… İlave olarak yapının ne içinde ne de dışında değil bir çalışma, bir malzeme dahi göremediğim halde kapıdaki yazıya göre    [ Restorasyon nedeniyle ziyarete kapalıdır. ] diyen başka bir ibretlik cümle de gelmesin mi üstüme… ya sabır çekip, sokaktan çıktım, elime aldığım, ayakkabılarımı giydim. Karşıya geçtim.

Bazılarınca İmrahor Camii diye de bilinen 1300’lü yıllarda Uşşakî dergâhı olarak yapılanan Uşşakî Camii’nin kitabesinin Ahmet Karahisari tarafından yazıldığı söylenen çeşmesinden bir yudum su içtim.
Ermeni, Katolik Kilisesi


Aynı yoldan, adı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesinden uygun adım marş Aksaray yönüne doğru yürürken inat bu ya, çaktırmadan geçtim topal ördek yürüyüşüne ve durdum kapısının sağında gazete kâğıdı kaplanmış bir dükkân ile solunda ufak bir nalbur bulunan, onun da kapıları, herhalde bir önceki papaya yaptıklarının utancından kapalı Ermeni Katolik Kilisesinin önünde… bir tasvir alıp, kapalı kiliseleri temsilen, onu da hüzünle koydum yazımın içine …

Aynı yönde devam edip, sakinlerinin yaşamları, pencerelere gerili iplerde, yeni yıkanmış çamaşırların renk ve biçimlerinde saklı, eski Rum evleri sıralı, bestekârın  "Doldur ey sâkiy bu cem bezminde bir gün mey biter" şarkısı dilimde, Bestekâr Hakkı Sokağına, yani Udî Muallim İsmail Hakkı Bey sokağına girdim. Ana binasının tamamı taş olan bu sokaktaki, Ayamina Rum Ortodoks Kilisesi önünden geçerken zarif çan kulesindeki çana bir taş attım ve yüreğimin dipsiz derinliğinde yer alan, ölmüş ve yaşayan Rum arkadaşlarıma ışıklar içinden el verip, dilimdeki şarkıyı onlara da gönderdim çıkan çan sesi eşliğinde…

devam edip… Ağır fil adımlarıyla, Akarca Çeşme Sokağında yürüyüp dört fil ayağı kubbeye oturmuş, şeytan diyor al götür, nefis bir kristal avizesi süslemeli ahşap bir tavana asılı, minberi de ahşap,  Çilingir Camii de denilen, 1533-34 yapımı Abdi Çelebi Camii’nde Mimar Sinan’ın el emeği, göz nuru önünde, bir kere daha saygıyla eğildim. 
Kıvrıldım Marmara Caddesine ve nihayet kapısı açık bir kilise gördüm. Arazisinde Özel Sahakyan Nunyan Ermeni Okulunu da barındıran,  fetihten sonra Ermeni Patrikliğine tahsis edilen, İstanbul’un en eski kilisesi namını da taşıyan, Surp Kevork Ermeni Kilisesi’nin aslı, 1031’de yaptırılan bir Doğu Roma kilisesinin temellerinde saklı… Caddedeki bir dizi idari binanın arkasındaki avluya saklanmış ve aynı idari binaya yapılanmış ana kapısından içeri girip güzelliği dışarıdan bile belli bu kiliseyi, ziyaret etmek istediğimde, elinde sopası, başında şapkası halkın dilinde Özel Güvenlik, göğsünde Private Securty yazılı bir bekçi, vallahi de billahi de sokmadı beni içeri… 

Surp Kevork Ermeni Kilisesi

Dur yasak! dedi. Neden? dedim. Yoksa burası orduevidir? Dedi, girmek için özel izin gerekir. Sordum neden? O anda, sardı etrafımı karanlıklar içinde kara bir duman, dumanın içinde kara cübbeli birisi, cübbelinin yok hükmünde kafası… ağzı, karanlık bir dehliz… ve dedi ki;
benim cihadımdır, bu kapılardan içeriye girişi engelleyen, sınırları belirleyen…"
düşümdeki düşte, yankılanan bu sesle, baktım bekçiye çaresizce, Peki dedim sessizce, ama yemin ettim, buraya Agop Can veya Antuan veya Berc veya Hilda veya Tamar kardeşlerimden biriyle veya hepsiyle beraber gelip, mutlaka gireceğim içeriye…
İçimden bu durumu Surp Kevork’a da şikayet edip, kendi kendime söylenip kilisenin kuzeydoğu duvarı boyu Cambaziye Mektebi Sokağına girdim ki; Samatya’nın simgelerinden, Mimar Sinan’ın 1547’de yaptığı bu semtteki ikinci eseri, Kapıağası Yakup Ağa Hamamında bu tartışmanın terini atayım. Erkekler ve kadınlara müşterek külhanının ısıttığı, sütunlarla ve soyunma odalarıyla çevrili ve ortasında görkemli şadırvanı bulunan er kişilere mahsus bölümden halvete girip, göbeğimi kaşıyayım. Tavandaki nakışlı kubbeyi seyredeyim. Sonra peştamalımı sarıp, şadırvanlı bahçede gazozumu içeyim. Meğer bu gördüğüm de düşmüş, düş içinde. Hamam yüzyılın başından sonra kapatılmış her tarafı olmuş atölye ve dökümhane! Seksenli yıllarda da son sahibi tarafından cadde ile hamam arasına yapılan dört, beş katlı yapı inşası ile yakın bir gelecekte tarihi mirasımıza sahip çıkmak, doğal dokuya uymak, yörenin ihtiyaçlarını da göz önünde tutulması gerekçesiyle, altına hamam üstüne AVM çıkmak için, yani yine, yeniden yıkım ve ranta uyuma hazırlanmak üzere saklanmış gözlerden.

 
Kapıağası Yakup Ağa Hamamı

Yurdumun değerleri, değer bilmezlerin elinde, gözlerimizin önünde birer birer kayarken elimizden, iç çekerek geldim köşe başındaki, oymalı çatı frizleri, sanat eseri ferforje balkonu ile dikkatimi çeken binaya, ne olur, bari sen diren, dimdik dur bu köşe başında! dedim 

o bina...

Aya Yorgi Rum Kilisesi
ve Büyük Kuleli Sokağına girdim. Samatya meydanına yüzkırküç metre, yirmidört santimetre kala sırtımı bir zücaciye dükkânına verdim. Dükkâncı kadın ile tanıdığı müşterisi, dedikodu dolu tanesi bedava, tamamı on tane bardağa, pazarlık yaparken ben de kilisesi, koruma amaçlı çevrilmiş muşamba ve tel aralarından, İstanbul’un her yerinde, aynı anda nasıl olur da bulunur? Bilmem, herhalde azizlik bu olsa gerek, selam vermek istedim her yerde kilisesi olan, Aya Yorgi amcama… burada da kiliseye girecek açık kapı bulamayınca, hu çekerek attım selamımı, tellerin üzerinden kilisesinin damındaki haçın başına, “bilirim oradan ulaşır toprağa, alır koyar başına, oradan yansır sonsuzluğa, oradan yansır inananlara değil mi?” dedim, kilisenin tasvirini çekmemi bekleyen, her nasılsa etrafına saygılı bir İstanbul yaşayanı, hem de motorlu taşıyıcıya… dedi, Allah’ın selamıdır abi, gider elbette denilenden, duyduğum mutluluk, gezilenden duyduğum yorgunlukla, beni konuk eden Büyük Kuleli Sokağına da el edip, hoşça kal üzerinden vardım Samatya Meydanı’na ve trenden indiğimde gözüme kestirdiğim, anıları kısacık pantolonumun dikiş aralarında saklı, İç Kalpakçı Çıkmazının köşe başındaki, eski küçük bir evden olma, bahçesinden doğma meyhaneye, alacağım keyfe kurgulu girdim…
Zeki Müren’in sesinde, asma kaplı çardağın yaprak aralarından süzülen müziğe kulak verdiğimde, keyfimin kurgusunu da açtım sonuna kadar;
“Hançer-i aşkınla ey yâr gönlüm üzre vurma hiç,
Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç,
Ağladıkça gözlerimden kan gelir yaş yerine,
Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç… ”

Gözlerimin renginden, giyim tarzımın gençliğinden mi bilmem “ Welcome Sir ” ile karşılandığım meyhanenin, isteğim üzerine dip köşe asude bir yerinde, hoş gelmişsen abim, ne emredersin? selam ve töreniyle, yer aldım sahne düzeninde…

Sahnenin yola bakan görüntüsü, hareketli mi hareketli… trenden inen yöre sakinlerinin hala süren dedikoduları, derinden gelen kemanın gizli ve pes sesinde buram buram yayılırken Samatya’nın sokacıklarına, meydanın akşam vardiyasındaki kafalarında, midye dolma, buzlu badem tepsileriyle yediden yetmiş yediye satıcıları ile yanlarında yediden otuz beşe kızlar,  mürdüm moru, limon sarısı, badem yeşili, uskumru mavisi etekleri, anason beyazı yemenileri ile darbukanın ritmik darbelerinde, meyhane müşterilerine işmar eden gözleriyle, ekmek parası aramakta… turistlerin gülümseyen, hayrete düşen, kaçınan, dudak büken, iyi ki geldikleyen, nereye geldikleyen yüzleri… peşlerindeki satıcıları çaktırmadan itekleyen her dilden elleri ve dilleri… orkestra şefinin sopasında sahnenin sağındaki solundaki meyhanelerin, lokantaların kapısından içeriye sahne arkasına kaybolmakta…

Beklerken söylediğim lüferi, yanında bir, bir, bir, bir, bir bardakta iki ölçü, tekerlemelerle, roka yatağına yatırttığım kalamar ızgaraları sertleşmemesi için azar azar getirtirken onlar da kazansın, adil gelir dağılımı endişesiyle sokaktan aldırdığım midye dolma ve buzlu bademi de diğerleriyle beraber yudumlarıma ortak ettim… …
Gözlerimi ortak ettim… sırt çantalarından bir tanesinin açık fermuarından görünen beyaz önlükle, kimliklerini Cerrahpaşa’da öğrencilikle belirleyen… yapılı ve uzun boylu uzun ve keskin hatlı yüzünü yeşil gözleri ve siyah saçlarıyla biçimlendiren oğlan ile yarı belinde uzun kahverengi saçlarına, gamzeli çenesine, grek burnuna, çıkık elmacık kemiklerine kocaman bir gülümseme ekleyen, sağ yakınımdaki masada, iki güzel insanın önündeki biraların köpüklerinde açılıp, kapanan aşk gözlerine… gözlerimi ortak ettim, birbirlerini incitmeye korkan aşk sözlerine…


Gözlerimin vizörünü iki güzel insanın masasının önündeki masaya kaydırdığımda tasvire düşen, biri kısa küt hafif kır saçlı, yorgun ve hüzünlü güzel yüzüne anlam kazandıran hafif çıkık çeneli, büyük kulaklarını örten kasketi, sırtında faytoncuların, bakırcıların giydiği kahverengi çuhadan bir faytoncu yeleği sanki Aksaray – Samatya dolmuş şoförü… diğeri  kısa boylu, tombulluğuna uyumlu iri göğüslü, gri bluz, kırmızı etek, yapay inci kolye, başında bandana, cep telefonu elinde bir Türk sarışını lezbiyen çift, aykırılıklarının derdine veya ittirine rakıyı umar ederken, sarışını birden fırladı, yanımdan geçip kuytuda telefonla fısıl fısıl konuşmaya başladı. Garibim, simgesi şoför olanın gözleri, güzel iki insanın masasındaki güzel kıza için için bakıp bir tek attı, vizörüm, sarışının arkasından, dudaklarından dökülen, “orospuuu!” yu kayda alırken, bir kara kedi geçti önümden... İrkildim, hayra yordum. Hiç de hayır değilmiş. Kendisi, beyefendi mi, hanımefendi mi her neyse peynirle beslenip, sert tam yağlıdan başkasına yüz vermedi. Git işine sermayeyi yükleyemem ben senin gibi bir kediye dedim, ama oralı bile olmadı. Benim de içim elvermedi, önüne üç parça peynir attım, ikisi gitti kediye, biri de hızla çarpıp kaçan, karga yankesiciye…

Mekân dar, senaryo yüklü, sahnede iç içe sahneler, bu yüzden vizörüm deliye dönmüş, rengahenk insanlarla masalar arasında gidip geliyor durmadan… Şimdi de kilitlendi bahçenin en dip köşesinde oturan iki çift ile yanlarında yedi, sekiz yaşlarında bir erkek çocuktan oluşan masaya… çiftler evli desem bir türlü, demesem bir türlü… kadınların ikisi de esmer, ikisi de alımlı, erkekler kirli sakal, açık düğme gömlek, külhanbeyi tavırlı… Bunlar, son zamanlarda İstanbul’da ekmeğini taş"rant"tan çıkaran… gerçeğinin perdesini, plastik kart ve hamili kart kesesi ile kapatan… göstermelik tüketimi, hayatının tek endişesi kılan… alkollü nefesini, sohbetinin içi boş sesiyle dolduran Yeni İstanbullular olmalılar… Çocuğun, sürekli verilen paralarla bir şey alması ve oyalanması istendiğine göre masada konuşulanlar +18 kapsamında, ya da benim kuruntum… hem bana ne canım, bu koca dünyada, tıpkı benim gibi, herkes kendi hikayesini yazıyor, ışıklara rahvan İlhan Selçuk’un deyişi ile kendi heykelini yontuyor, kendi masasında…

deyip içimden… Çevirdim vizörümü, üstü yine rakıyla donanmış, şalgamla sulandırılmış başka bir masaya… Yalnız, bu arada ben makinamı çalıştırmaya, siz de okumaya bir ara verin de  soğutmadan lüferimi yiyeyim, rakıya eşlik edeceğim diye balığı soğutmayı asla sevmem. Balığı sıcak yiyeceksin, rakını soğuk içeceksin. Ne demişti komutan? Kasaptaki ete soğan doğranmaz.”

Taze lüferimi yedim. Garsona sıcak mezelerimin azar, azar daima sıcak getirilmesi isteğimi tekrarladım. Datça’da yaşayan ismi bende saklı bir arkadaştan, tek bir adedinin bile gönderilmediği, buna karşılık çektiği tasvirlerinde ön planda, nispete karışık, rakıya aşık Datça bademinin çakmasından birkaç tanesi ile buz gibi rakımdan yudum tekrarı yaptım. Döndüm vizörümü dondurduğum masaya… masada, ister inanın, ister inanmayın, gençlerden birisi sanki Nazım Hikmet’in ta kendisi… diğerleri, kahverengi saçları, mahzun dudakları, uzun ve gösterişli vücudu, manken görünümlü genç kızla, Nazım’a abartılı bir saygıyla yaklaşan kahverengi hırka, siyah bere, siyah gömlek, hakî bir pantolon giymiş  kumral, güleç yüzlü, gözlüklü, yazar, çizer kılıklı bir erkek… masa çok hareketli… Nazım belli ki, yörenin genci ve gelen gidenin davranışları okunduğunda, ya parasından, ya da konumundan bir şeylerin efendisi veya reisi… Neyin reisi? Şimdi gel de çık işin içinden Nazım ve çete reisi… veya Nazım ve malumun ocak reisi… koyduğum sıfatlarla bakar mısınız?... Nazım ismini nasıl da yan yana getirdim bu kelimelerle?... ama ne çare, benzerlik gerçek, gözlemlerimde de kolay yanılmam… en iyisi, bu yüzden beni afakanlar basmadan, önde tek başına bira içen, kâküllü uzun saçlı, kalkık burnu, kahverengi gözleri meraklı, oldukça şişman, yüzü çok güzel kız masasını değiştirirken, ben de uzaklaşayım Nazım’ım masasından ama önce önümdeki masaya uğrayayım, sonra da çekileyim kendi masama…

Vizörümü çevirirken önümdeki masaya, iki de serçe kondu masama, yandan gözlerini kaldırıp sofran açık mı diye sordular? Buyurun,  dedim sofram da açık, gönlüm de ama sol yanımdaki çalıda tam şu anda kafasını kaldırıp, ulu bir hakan gibi sağa sola sallayan tırtıldan isterseniz, soframı kapatırım haberiniz ola… neyse onlar dediğimi ya duydular, ya da bana uydular... ya da Allah’tan duymadılar ki kırıntılara yumuldular ve ben de geçtim ön masaya… masadakilerden biri, kırk, elli yaşlarında, kravatı boynunda, başının ön iki yanı hafifçe bakışımlı kelleşmiş,  avurtları çökmüş, dar alnında, kaşları siyah gözlerini örtmüş, fotoğraf çektirirken bile Muhakemat-ı Memurin Kanununa duyarlı ciddiyette ya evkaftan emekli veya  bir resmî dairede veriyor emeğini , diğeri daha genç ama saçları erken gitmiş, o da onları tamamen kestirmiş, insana rahatlık ve neşe veren yuvarlak güleç yüzü ile zıtların birliğini tamamlamakta… önce ciddi konuşmalar, belki de gence verilen öğütler,  ardı ardına içilen rakılar, ara sıra atılan kahkahalar ile kanunun tesiri, memurun efkârında dağılır ve gözlerinin  şakulünde yavaş yavaş sökülen kravatın boyundan aşağı kayarken… ben de döndüm kendi masama, masamdaki son kırıntıları, son yudumuma meze yapıp,  çekiştirmekten beni bir türlü rahat bırakmayan sağ yanımı azarlayarak, hesabı ödedim… Çıkarken bu sefer Türk ve Türkçe konuşmamın doğurduğu hukukla,  “güle, güle babo, yine bekleriz” ile uğurlanıp, daha iki adım atmadan,  başladı sağ yanımdaki çocuk, beni çekiştirip sokmak isterken bir sokağa… içim geçti birden, düş içinde düş görerek kıvrıldım, şimdi sol yanıma düşmüş çocukla beraber, İç Kalpakçı Çıkmazına…


Çıkmaz, taş çatlasa on evden müteşekkil, toplasan yüz metre, benim düşümde ise sonsuzluğa uzanan anılarla dolu geniş bir cadde… Sokağa girip birkaç adım attığımda pencerelerden birinde başı çatkılı ben yaşlarda bir ses, bu sokak çıkmaz derken, ben de biliyorum,  bile bile girdim,  anılarım beni yanıltmıyorsa şu ahşap evde minikken anneannem ve dayım ile çok vakit geçirdim, dedim. Kadın güldü, siz de mi onlardansınız dedi. Ne demek istediniz? Siz yaşlarda sizin gibi ve nedense daha çok erkekler, zaman zaman buralara gelirler ve aynen sizin dediğinize benzer şeyler yinelerler.  Kaçırdıklarımıza,  pişmanlıklarımıza, değiştirdiğimiz makaslara, tasasız günlere, onur dolu sevinçlere baka baka toprağa geri dönme, yanaşma ve yaklaşma, böyle geri dönüşlerle mi oluyor acaba? diyerek, gülen yüzü, açık yüreği, çatkısının altındaki akıl dolu beyniyle ortaya koydu mu yüksek bir felsefe… güldüm, siz vahada açmış bir çiçek gibisiniz, dedim. Güldü, utandı, içeriye kaçtı. Ben yine düşüme daldım.    

Düşümde, bire bir iki çehre, biri otuzlu, diğeri yedisini bile tamamlamış yaşlarda iki kişi… biri ben, kıçımda, omuzdan askılı yarı ıslak kısa bir pantolonla, diğeri, yeşil gözlü, kumral, daima gülen dudaklarını örten pala bıyıklı, balıkhanede yediden yetmişe saygıyla anılan, elinden, yediden yetmişe derman damlayan, cüzdanı açık, yardımı gizli, armağanı bol, emeğini, ekmeğini, emekçiyle beraber katık eden, balıkçı dayım, Orhan Reis’le seferden dönmüş, o zamanlar İstanbul’da mundar diye satılamayan, elde kalan, karides, midye ve bunun gibi deniz mahsulleri ile lüfer, ekmek,  salata, yüklü file, dayımın bir elinde, benim elim ise dayımın diğer elinde, çatkılı kadının evini geçmiş, eve doğru yürümekteyiz…



İç Kalpakçı Çıkmazında,
anneannemin evi, tahminî…
Kıçımın ıslaklığı, kancabaş teknede sağdan soldan çekilen küreklerden ve ağlardan sızan sulardan mı, yoksa akşamüstü kıyıda donla yüzüp sonra da pantolonumu ıslak ıslak üstüne giydiğimden mi bilmem ama sokaktaki diğer çocukların, beni kızdırmak için arkamdan “ sidikli, sidikli! ” diye laf attıkları, benim buna çok kızdığım, dayımın da kahkahalar attığı hala aklımda. Ulan, dedim içimden, yarın, dayımın yeni aldığı bisikleti görünce, hiç biriniz ayrılmazsınız peşimden deyip, insanların, insanlara nesnel ve öznel koşullar karşısında değişimini, kendimce ilk hayat deneyimlerimi,   minicik boyum ve beynimle, kayda geçirdim. 

Birkaç adım daha atıp,  eve varıp kapıyı çaldığımızda kapıda bizi karşılayan anneannem, beni öptü, dayım da anneannemin elini öptü. Anneannem, ıslak don üzerimde, karnım ağrıyabileceği öğüdü ile üstümü değiştirmemi söylerken,  elinden fileyi kaptığı dayıma, unuttun galiba bugün cumartesi, çocuklar, [çocuklar dediği dayımın arkadaşları,] Stavro Reis ile Vartan, biri bir yan duvardan, diğeri diğer yan duvardan atlayıp, arka bahçede erik ağacının altında, Susam, Sumak, Kekik, Sürtük ile Kömür atılanları kapmaya, kargalar onların artlarında yer almaya, börtü böcek de kalan kırıntıları toplamaya, çoktan yerlerini alıp, sağ ellerinde bıçaklar, sol ellerinde çatallar, hazır ola durdular. Stavro’nun eşi Tina ile Vartan’ın eşi Nova, yoksul ama parlayan gözlerinin güzelliğinde masayı kurup, ellerinin lezzetli zenginliğinde mezeleri donattılar. Bahçedeki akşamsefaları, güller, yasemin ve çardaktaki mor salkım her biri eğilip, dirilip kokularıyla emeği ve yemeği kutsamaya hazırlar. Mangal da hazır, çabuk ol, ellerini yüzünü yıka, ben de balıkları ayıklayıp, senin hünerli ellerine vereyim ki, pişince bile diri kalsın lüferler, bu arada ben de kendimce duamı edip, sonra sizle bir kadeh susuz rakıyla eşlik edeyim, derken… kulaklarımda, Müzeyyen Senar’ın okuduğu “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine” şarkısı, minik beynimde, daldım gittim, Samatya kıyılarından yıllar içinde, döne dolana, Topkapı’dan, Vefa’ya, Vafa’dan Beyazıt’a, Beyazıt’tan Bakırköy’e, Bakırköy’den Moda’ya, Moda’dan Bebek sırtlarına, Bebek sırtlarından, Burgazada’ya…

Ta ki; “on üç gündür aynı şeyi yapıyorsun be amca!”  omzumda bir el, kulağımda bir sesle Sirkeci’de uyandırıldığımda…
-------------------------------------
Burgazada, 21 Mart 2013






“ Sirkeci – Halkalı elektrikli şümendüferi,
Samatya’dan geçerken bir düş gördüm
trenin karaya bakan penceresinden…”

   
Samatya, Ψαμάθεια, Psamatya, İstanbul’un Fatih ilçesine bağlı semtlerden biridir Koca Mustafa Paşa bir bölümünü kapsayan semtin batısında Yedikule vardır. Semtin adını Yunanca kumlu anlamına gelen Ψαμάθιον (Psamatyon) sözcüğünden aldığı ve bunun geçmişte semtte bol bulunan kumlu topraklardan ileri geldiği sanılmaktadır.

  
GELEN MESAJLAR

Memo,

Tek kelimeyle harika. Sana helal olsun diyorum ve devam etmeni diliyorum...

Orbay Hazar 03.04.2013

Sağol Orbay, devam edeceğim verdiğiniz onurla...
Mehmet Altın 03.04.2013
Sağ olasın Mehmet. Her bölümü büyük bir zevkle okudum. Resimler için de teşekkürler. Eline, emeğine sağlık… Umarım, yazmaya devam edersin.

Ufuk ve sana pek çok selam ve sevgiler.

Tülin Koray 09.04.2013

Ben de teşekkür ederim bu anlatıya ki sesini duyduk sayesinde... Anlatmaya devam edeceğim sabrınız yeterse... Bizden, ben ve Ufuk'tan selam ve sevgilerle,
Mehmet Altın 09.04.2013 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder