11 Nisan 2013 Perşembe



Burgaz’da Donmuş Kareler XIV.


“ aynama yansıyan anılarla, imgeler “

Fotoğraflar: Tuğrul ÜNSAL

Tasvir-i Yuvam 


Evimin  Tuğrul’un vizöründen


aynama yansımış hâli…



“İkibinoniki yılının Aralığının onsekizinci günü Tuğrul’un tasviri elimde, ağır ağır çıkarken, İndos meyili üzerinden evime, önce selam verdim, meyilin ortasındaki beli kıvrık ada çamı centilmene… sonra döndüm baktım otuzikisi biten, otuzüçe basan adadaki dingin ve mutlu günlerime” diye başladı dizinin son anısına, başka hiç kimseye sözü vermeden yeşil gözlü, dede, istiridye…



“Bundan tam sekiz yıl önce, Aralık ayının en uzun gecesi henüz başlamış,   yukarıda karlı tasvirdeki, sağda büyük binadaki sekiz daireden birinde bir yandan beynimdeki imgeleri yerleştirirken klavyeye, bir yandan da keyifle yudumluyordum  lüferimi… telefonum çaldı ve tepe üstü düştüm hayalden gerçeğe…  Arayan adadan, bir arkadaşımdı…

Ne yapıyorsun? Yalnızsan atla, bize gel…

dediğinde, önce içimden dedim,
şimdi gönül koyar,
bırakırsam onları bu uzun gecede…
bu sofra ile bir kadeh lüfer,



dedim, ama sonra,
bu gece sevdalara
ve
kanlı pusulara gebe olsa da
hiç değilse
Heybeli’nin üstüne oturmuş gibi duran
mehtabın altında ölünür be usta…  
diye, içime fısıldayan sese kulak verip, fırladım evden dışarıya…

İlk defa gittiğim için hediye yeşil burgaz elimde, tıpkı şimdi çıktığım gibi çıkarken İndos meyili üzerinden arkadaşımın evine, döndüm yüzümü denize ve kendine özel sesinin ritmik tınıları içindeki sessizliğin semavi kapısından içeri girdim… Büyükayı, Küçükayı, Süreyya, Ülker, Yedi Kız Kardeş takımyıldızları ile kuyruklu yıldızlar, peşlerinde tüm yıldızlar, gökten yağarken üzerime, Heybeliyi mekân tutmuş, akkor yanan ipliksi ışınlarıyla gönülleri okşayan, Sin’in huzuruna diz çöktüm… …dua ettim;

Ey
adamızın koruyucusu kollayıcısı,
Yüce Şemsin babası,
SİN,
arındırmak için ruhumu,
barındırmak için ruhunu,
izin ver de
sana bir adım daha yakın olayım…

ve yıllardır süren umudumu aynamın arkasındaki sırra yansıttım…

vardıktan sonra arkadaşımın evine, daldığım derin arkadaş sohbetinde,
derinden gelen Sibelius’un violin konçertosu Finlandiya,
yağan kar ve rüzgarla usul usul yaylanan çam dallarının seslerinde
yayılırken dost meclisine,
gece ikiye ayrıldı
ve
 içeriden gelen sesler rakı şişesinin dibinde,
dışarıdan gelen sesler soğukla birlikte,
 düşlerimin kıvrımlarında asılı kaldı, 
beş duyum derin bir uykuya daldı…

Pencereden içeriye giren Şemsin öpücüğü ile uyandığımda aydınlık bir güne, düşümde asılı kalan sesler de düştü serçelerin, kargaların, martıların ve kedilerin aç dillerinden… çıktım dışarıya, elimde birkaç dilim somunla, açlıklarına yardımcı olmaya, ama etrafımdaki aynalar, aynalardan yansıyan tasvirler, tasvirlerden yayılan kokular, tasvirlerden uzanan renkler, tasvirlerden fırlayan simgeler esir aldı beni, olduğum yere…

dedim, bu düş,  gerçek mi?...
dedim,  adada burada yaşamalıyım
dedim, SİN, duydun sesimi, verdin işaretini, peki ama nerede, neresi?
dedi Sin;
Bir bak,
ağaçların arasından göl durgunluğunda sulara,

tellerin arasından süzülerek yansıyan dumanlara bak,
iskeleye yanaşan vapurdan,

ipil ipil ışıkları düşle,
gece, aynı vapurun uskurundan,

dolan arkaya,
dolanırken arkaya,
komşunun begonvilinden yağan çeneklerden korunmak için,
şemsiyeni almayı unutma…

dolandığında arkaya,
bahara hazırlık var,
maydanoz, salatalık, domates, biber, 
şimdiden ayrıldı evlekler,

ezan, çan hazanla
uyandığını düşle,
 bir bahar ayında
peynir, domates, biber,
bahar dalı tabaklarda,
zeytinyağı ile serinlettiğin zeytin de yanlarında,
burada
“kendi evinde,” kahvaltıda,

Kaldır kafanı bak,
Seninle tokalaşmak
 evine hoş geldin demek için
bir inip bir çıkan martılara…

dedi, ben de tekrar düştüm aynadaki sırrın arasına,

esrik ve uzun geçen günler ve gecelar sonunda, uyandığımda mavi gözlü yaseminlerin mis gibi “günaydın” kokusuna, telaşla koştum aynadan yansıyanları tekrar aramaya, düş mü gerçek mi?... diye, önce gittim arka bahçeye, beyaz zambakların arasında dolanan, Sürtük, Yumak, Kekik, Susam, Sumak miyavlayarak geldiler peşime, etrafıma baktım, dedim… SİN, sana bin şükran!...

Şems, kızıl saçlarını yıkarken Kaşıkadası ile Heybeliada arasında,  çıktım balkona Kasığın ucundaki, kırmızı, sarı, turuncu eflatun, mavi, lacivert ile yeşilin sessizliğinde, fısıl fısıl kulağıma gelen istiridye, midye ile şeytanminarelerinin coşkulu seslerine kulak kabarttım… ve dikkatle Kaşığın ucuna baktım, bana, hoş geldin, güle güle otur, tasası az, neşesi bol, sofrası şen ve açık olsun… fısıltıları içindeki istiridyeler  kabuklarında armağanları, yanlarına gidip almamı bekliyorlardı.

çevredeki damlarda oturan martılar da kanat sallayıp kutladılar, eski evimde balkon demirine dizdiğim ekmek parçaları ile beslediğim bas bariton karga aşireti de güle, güle otur, ziyaretinde getirdikleri ekmek parçalarını ile kutsadılar evimi… 
yetmedi, günler geçti börtü, böcek, karınca çıkınca ortaya, mor salkımlar patlayıp, mimozalar savrulunca ortalığa, gül ışığa gerinip, sığınınca ortancalar gölgeye, yasemin kokuya dolanıp, patlayınca tomurcuklar, basınca adayı bahar, Heybeli üstünden gelen


hafif ritmik seslere kulak kabarttım ve gökyüzüne baktım. Yakından tanıdığınız Dersadet ile beraber, başlarında “eflatun” harmaniyeli dört at ile ney, bendir, zil eşliğinde, Afrika’dan rahvan gelen leylekler, uyumlu bir edep ve erkân içinde kanatlarını savurup, Hristos üstünde “hu çekip” süzülerek, her zamanki gibi Bizans’tan İstanbul’u selâmlamadan önce, yedi eren bir birlik gönderip, onlar da geldiler hoş geldine, bana onur vermeye [1] ...

aynı anda, yolun ortasındaki çamın dibinde, bu birliği korkuyla karışık bir saygıyla ve hazırolda izleyen öncül, ardıl, biri birine bağlı, bir filo çam kese tırtılı, aldıkları komutla, törensel adımlarla tekrar harekete geçtiler, …ben de mor salkımı pıtırcıklı, begonvili açmaya yatmış, japon gülü aşka hazırlanmış, on, onaltı rasat yuvama girdim… girerken de merdiven tırabzanında birbiri ardı sıra gidip gelip her karşılaştıklarında tosuncuklar gibi kafa tokuşturup, baharı ritüelle karşılayan karıncalara, bahar bayramlarını bir kadeh rakıyla kutlayacağıma, o mis gibi anason kokusunu Burgazın Sokacıklarına salacağıma, ve bunları yazarak arkadaşlarımla paylaşacağıma söz verdim.

İşte böyle sırdaş olduk Burgaz Palas’tan tanıdığım[2] kadim ve bilge deniz minaresiyle, bundan böyle… bu evde “itiraf” ettim İstiridye Tarlalarının[3] arasındaki geçmişimi kendisine… bu evde yazmaya başladım söz verdiğim gibi siz, arkadaşlarıma, dostlarıma… her birinizin sesi, nefesi, övücü ve güzel, yardımcı ve avutucu, kucaklayıcı ve bağışlayıcı söz ve eylemleri asılı bu evin bahçesine, balkonlarına ve  odalarına…ve işte budur Tuğrul’un vizöründen evimin aynama yansımış hali… deyip yeşil gözlü, dede istiridye ve ekledi ki,

Sevgili Tuğrul Ünsal'ın 28 Haziran 2012 günü Kanuni Sultan Süleyman'a ibret"... bir gün her canlı mutlaka yazacaktır, yoksa bir değil, iki değil, on bir soru yirmi bir tasvir boynuna dolanacaktır..." ferman buyurdu. Karşısında durulur mu?... diyerek iüif öbeği üzerinden gönderdiği e-posta iletisi üzerine başladığım bu diziyi bitirirken, hepinizi bekliyorum ağırlamak için Tuğrul'un tasvirindeki damı erguvan renkli (+) işaretli, yeşil boyalı evimde... minnet ve şükranlarımı gönderiyorum aynama yansımış penceremden, kaşığın ucundaki kadim dostlarım, siz, her biriniz istiridyelere, 

Bütün çizgiler ve zaman bir noktadan kopar uzanır evrenin sonsuzluğuna... taa! ki dönüp dolaşıp koptuğu noktayla birleşip bütünleşene kadar… yaşamın, günlerin, ayların, mevsimlerin sırrı budur… bir canlının başına gelebilecek en kötü şey, anılarında dostlarının yokluğudur…  deyip bitirdi yaşlı, yeşil gözlü de şimdi yaşlı istiridye…

----------------------------------
21 Aralık 2012, Burgazada


[1] Konstantinopolisin Üstünde  Erguvan Renkli Leylekler
[2] Bkz. S.17
[3] İstiridye Tarlalarından  “İtiraflar”








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder