AKVARYUM ve BALIKÇILAR
Dün
battı. Güneş Tanrısı Helios’a yol açan, güneşin kulu ve kız kardeşi, kara
harmaniyesini sırtlamış Eos, karanlığı sudan fırlamaya hazır yıldızlardan önce,
babası Sin’e, teslim ederken, penceremden Kaşıkadası’nın üstüne inen o rengahenk
şıpırtıları, o gümüş sürgünü pıtırcıkları
gördüğümde, “- Aman dedim, bu da ne? Hemen koştum yaşlı bilge deniz minaresine… ve sordum…
… dedi,
- “ O gördüğün, her kestane karası
fırtınası sonrasında, rengahenk kanatlı atları ve sentoryan muhafızlarıyla
denizlerin dibinde yaşayan eşi Amphitrite ile buluşmaya gelen Poseidon’un vuslatıdır,
o denizi köpürten, o denizi kükreten… dalgaları yanak, yanağa birleştiren…”
… ve sonra öyküsüyle
bıraktı beni Burgaz’ın sonbahardan arta kalmış bir gecesinde, dik sokacıklarındaki
evimin penceresinin ortasına, içe dönük bakışlarımla baş başa…
Gözlerimi,
Olimpos’tan adaya doğru ılık lodos esintisinde, Kaşık Adasının sapındaki
kayalıklarda ikiye ayrılıp ayıbacağında sakin bir seyirle ana karaya doğru akıp
giden geniş akvaryumdaki akıntıya doğru çevirdim. Dokuz tanesi Kaşık adasında,
dört tanesi Heybeli adanın Değirmen Burnu açıklarındaki balıkçı tekneleri ile
Burgazada iskelesinden kalkan Şehir Hatları vapurunu okşayan akıntı, eğer rüzgâr
karayel veya poyraz eser, kavak yelleri ile başı dönerse, bu sefer de aksi yönde
orsaya seyre çıkar.
Dalgalarını
savura savura dolanan bu baş döndürücü davranışlarından dolayı, doğrusu hiç
güvenemeyiz, kendisine… sabah bir bakarsınız derin bir nefes alır kıble, lodos,
keşişleme eser, boğazına kırlangıç
kılçığı kaçmış, göğsü sıkışmış gibi Kaşık adasının üstüne doğru köpükler saça
saça öksürür, bilumum haşarat-ı bahriyi etrafa saçar, etrafa çatmak için yer
ararken… akşamüstü önce sakinleşir, sonra da poyraz, karayel, yıldız artık
yelkeni hangisiyle dolarsa Heybeli,
Burgaz arası ve Kınalı, Burgaz rotalarında Yassıada, Sivriada üzerinden
Marmara’ya açılır. Bir yandan
derinlerden gelen soğuk suyu, bir yandan kıraça, gümüş balığı ve yavrularının,
zargana ve kefallerin bereketini balıkçıların ağlarına taşırken… bir yandan da
çoluk, çocuk, ihtiyar dinlemez yüzenleri öyle bir sürükler ki, iş başa düşer, bir
telaşla denizden insan avlarsın.
Zamanında
bu olağanüstü akvaryuma düzen veren ekosistemde şu an balıkçı tezgâhlarında gördüğünüz
balıklar: Yakışıklı çingene palamutları, külhanbeyi lüferler, fakir dostu
istavritler, utangaç pembe yüzlü barbunlar, tekirler ile vahşi avlanmadan kaçarak
artık nadiren kendini gösteren turşucu izmaritler, tembel diller, Çamakya ığrıp
çekimi günbatımı giysileri ile uskumrular, soğukkanlı kılıç balıkları, ikametgâhları
Heybeli Alman Koyunu mekân tutan, mavi kanlı, kral soylu ıstakozlar, çakal
pavuryalar, tarlalar dolusu istiridyeler, askıda midyeler, Sait Faik’e ilham, adalı
balıkçılara, meyhanelere iş, aş, geçim, sosyo-kültürel hayata örgün ve sağlam
biçim verirdi.
Bu
kusursuz dengede ne bir kıskançlık, ne bir alan ve/veya rol çalma hırsı, ne bir
kibir ve ne de küstahlık vardır. Milyonlarca yıldır, doğa yaşamın sınırlarını
ve sırlarını çerçevelemiş, insanlar genlerinde taşımış, tek bir çiçekle
yetinmeyen farklılıklar tehdit olarak değil farkındalıklara yazılmış, denizin
kızgınlığının dalgaların şefkatli kollarında giderek sakinleşeceğini binlerce
yıldır adalı denizciler de öğrenmiş, bu diyarın manifestosu da böyle
belirlenmişti.
Yüzyıllardır
adalı denizciler bu akvaryumun dengesinde, kâh güvenle, kâh doğanın zorlu
günlerinde kimi zaman ona boyun eğmiş, can vermiş, kimi zaman sınavlardan
geçmiş, dirençleri ve cesaretleriyle hayata meydan okumuşlardı. Bazen
yıldızlara bakıp yollarını bulmuşlar, bazen aldanıp, dalgaların insafına kalıp,
başka rotalara savrulmuşlar, sığınmayı düşündükleri güvenli limanlardan uzak
kalmışlardı. Deniz hayatı kolay olsa biriktirecek öykü, livarda anı kalır
mıydı?
Bakışlarımdaki
merak hafifleyip, dinginleşirken, yanıtlayabildiği soruların birer birer sahile
ulaştığını, dalgaların koynundaki gümüş sürgünü pıtırcıkların birer birer
söndüğünü… geceye sığınan nergisin önceliği mimozalara verip, gül gün ışığına
gerinip, ışık tomurcuklara, yosun rüzgara karışınca yayılan kokular, bedenimi
sararken… Heybeliada üstünden gelen hafif
ritmik seslere kulak kabarttım. Başlarında “eflatun”
harmaniyeli dört at ile ney, bendir, zil eşliğinde, Afrika’dan rahvan gelen
leylekler, uyumlu bir edep ve erkân içinde kanatlarını savurup, Hıristos
üstünde “hu çekip” süzülerek adadan İstanbul’u
selâmlarken... çizgiler ve zaman bir noktadan kopup, uzandı evrenin
sonsuzluğuna... ta ki, dönüp dolaşıp koptuğu noktayla birleşip bütünleşene
kadar… ve gördüm ki, …
… “yaşamın, günlerin, ayların, mevsimlerin sırrı
budur… bir canlının başına gelebilecek en kötü şey, Burgazada’da gözleri açık
kör doğumdur...” deyip bitirdi, yeşil gözlü istiridye.”
=============
Mehmet E. Altın, 02 Nisan 2025, Burgazada
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
Fotoğraf: Bilinmiyor
kendisini tanıtırsa sevinir ve bilinmeyeni düzeltirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder